9 Temmuz 2010 Cuma

Yeni Osmanlıcılık Felaketimiz Olur - Hasan Demir

İstanbul, Yeni Osmanlıcılığa icbar edildikten sonra, Osmanlı topraklarından tam 24 devlet çıkmıştır.

Özetle...

“Kadim Osmanlıcılık” Türk’ün dış dünyaya doğru açılımı, “Yeni Osmanlıcılık” ise Türk’ün içeriye doğru büzülmesidir.

Birincisi med, ikincisi cezirdir.

Erdoğan hükümetinin yanıldığı bir nokta var ki o da Kadim Osmanlıcılıkla Yeni Osmanlıcılığı aynı anda yürüterek ülke bütünlüğünü muhafaza etmek ve önce Orta Doğu ve Balkanlar ardından da dünya lideri bir Türkiye oluşturmaktır.

Pekiyi, bu mümkün mü?

Bakalım mümkün mü?

Biz “Kadim Osmanlıcılık” derken devletin kuruluşundan Viyana’nın kuşatılmasına kadarki genişleme sürecini kastetmekteyiz.

Türkiye elbette kendisine 24 milyon kilometrekarede devlet imkânı veren ve dünyaya rakipsiz olarak 240 yıl liderlik sunan mirasından vazgeçmeyecektir. Türkiye Balkanlarda var olacaktır, Kafkaslarda var olacaktır, Afrika’da var olacaktır, Orta Doğu’da var olacaktır ve Türk dünyasından asla vazgeçmeyecektir.

Tabii bütün bunları yaparken üzerinde durduğu vatanı ve hizmetinde olduğu milletin varlığını tehlikeye düşürmemek için azamî gayreti sarf edecektir.

Kadim Osmanlıcılık, bunu gerektirir.“Yeni Osmanlıcılık” ise Osmanlıyı kuşatan Batının içerideki azınlıkların hamiliğine soyunması dönemidir.

Ekonomik olarak bağımlı hale gelen İstanbul’un, sınırları içerisindeki gayrimüslimlere söz geçirememe döneminin adıdır Yeni Osmanlıcılık.

Osmanlı’yı ekonomik olarak çökerten o günün Avrupa, Rusya ve ardından ABD’si insan hakları diyerek, din ve vicdan hürriyeti diyerek Osmanlı’yı “sürekli reformlar ülkesi” haline getirmiştir.

Gülhane Hattı Hümayunu ile başlayan bu dönem, Balkan mağlubiyeti ve Çanakkale Savaşlarına, ardından da Kurtuluş Savaşı mecburiyetine sokmuştur Türkiye’yi.

Sadece Birinci Cihan Harbi döneminde Yeni Osmanlıcılığın bu millete maliyeti 2 milyon vatan evladının şahadeti, 4 milyon 200 bin kilometrekare toprak kaybı olmuştur.

İstanbul, Yeni Osmanlıcılığa icbar edildikten sonra, Osmanlı topraklarından tam 24 devlet çıkmıştır.

Özetle...

“Kadim Osmanlıcılık” Türk’ün dış dünyaya doğru açılımı, “Yeni Osmanlıcılık” ise Türk’ün içeriye doğru büzülmesidir.

Birincisi med, ikincisi cezirdir.

Birincisinde ekonomik, askeri üstünlük, ikincisinde ekonomik ve askeri bağımlılık ve siyaseten inisiyatifin elden gitmesi vardır.

Türkiye’nin gündeminde epeyidir bir “Yeni Osmanlıcılık” lafıdır dolaşıp durmakta ve AKP’ye “Osmanlıcı” gözü ile bakılmakta.

Gerçekten de Erdoğan hükümetinin icraatlarına baktığımızda bir yandan Balkanlar, Orta Doğu, Avrupa ve Afrika’ya doğru açılma, hatta ABD’ye kafa tutma görüntülü Kadim Osmanlıcılık izleri, diğer yandan da, dış baskılar ve iç talepler doğrultusunda “demokratikleşme” adı altında Gülhane Hattı Hümayununa benzer Yeni Osmanlıcı bir yol haritası gözlenmekte.

Her hafta bir milyar dolar borç faizi ödeyen bir maliye ve askeri bakımdan rakiplerinin silah ve teknolojisine muhtaç bir Türkiye ile “Kadim Osmanlı” politikasını hayata geçirmek ne kadar mümkündür?

Birilerinin Sayın Erdoğan’a dünyaya meydan okuyan Kadim Osmanlıcılıkla, rakiplerinin her dediğine evet demek mecburiyetinde kalınan Yeni Osmanlıcılığın aynı anda olmayacağını hatırlatmasında fayda var.

Mevcut imkânlarla Kadim Osmanlıcılık yapamayacağımıza ve Yeni Osmanlıcık sürecinin sonu da Sevr olduğuna göre yapılması gereken nedir öyleyse?

Yapılması gereken ilk iş, Yeni Osmanlıcılıktan vazgeçmektir.

Realitenin icbar ettiği Kurtuluş Savaşı madde ve ruhunu hayata geçirmek ve Kadim Osmanlıcılığı bir kızıl elma gibi şuurda demlendirmektir.

Başarısı Lozan’la kanıtlanmış Kurtuluş Savaşı madde ve ruhunun içerisinde günü gelince Kadim Osmanlıcılığı hayata geçirmek zaten mevcuttur.

Birileri ısrarla inkâr etse de, bu böyledir.

Siz Atatürk’ü 776 bin kilometrekare içerisinde hapsolacak, Osmanlının çekildiği coğrafya ve Asya’ya yayılmış köklerle ilgilenmeyecek bir ruh ve akıl sanıyorsanız, Rahmetliyi hiç tanımamışsınız demektir...

Türk Milleti Çuval Olayını Unutmayacak

Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin ısrarla “haberimiz yok” dediği Türk Özel Kuvvetleri Timine karşı yapılan baskında, Celal Talabani’nin oğlu zaten başından sonuna kadar bu çuval baskınının içinde yer alıyordu.

Bölgede babadan oğula geçen siyaset geleneği içinde küçük Talabani önemli bir figür olma özelliğini doğuştan taşıyordu. İşte bu Bafel Talabani, operasyon boyunca elindeki telefonla hem babasını bilgilendirmiş hemde Amerikalı konvoya yol gösterirken, aynı anda da baskını saniye saniye görüntülemişti.

İşgalci güçlerle Kürt işbirlikçilerinin hazırladığı hain bir plan Süleymaniye’ de uygulamaya konuluyordu. 2003 yılının 4 Temmuz Cuma günü ABD’nin 173. Hava indirme tümenine bağlı askerlerle onlara destek veren Kürtlerin, Süleymaniye’ deki Türk Özel Kuvvetleri Bürosuna yaptıkları baskın sırasında 11 Türk askeri (3’ü subay 8’i astsubay olmak üzere) esir alıyordu.

Türk askerlerine silah doğrulttular. Yüzü koyun yatırılarak, bilekleri kelepçelenen Türk grubu bahçeye indirildiğinde, baskıncıların bir bölümü bina çevresinde de emniyeti almış ve içerdekilerin büyük bir kısmı da evin her noktasında arama yapıyordu. Amerikalıların yaptıkları her işlem için yardımcıları, daha doğrusu öncü kuvvetleri peşmergelerdi.
Kaynak: Wardom http://www.wardom.org/showthread.php?t=277835Kaynak: Wardom http://www.wardom.org/showthread.php?t=277835
Türk Askerlerine reva görülen muamele en iyimser ifade ile “fena” kavramını aşıyordu. Fakat artık yapılacak hiç bir şey yoktu, çünkü eller kelepçelenmişti.

Amerikalılar esir aldıkları Subay, Astsubay ve görevliler ile baskın sırasında büroda bulunanların başına “Çuval” geçirdiler! Başa çuval geçirilmesi, esir alınanların, Iraklıların etrafı görmemeleri için yapılan bir uygulama idi. Fakat bu kez özellikle amaç sindirme, güç gösterisi ve psikolojik baskı oluşturmaktı.

8 araçlık (3 kamyon, 5 Hummer) baskın konvoyunun yanlarında peşmerge lerde olduğu halde ABD’nin karargahı olarak kullanılan, Kerkük Hava alanına götürdüler.

2 kamyonun içinde 24 esir bulunuyordu. Esirler ; 11 Türk özel Timi mensubu, 2 Sivil Türk, 4 Kürt muhafız, 2 Türkmen erkek, 2 Türkmen kadın, 1 Kürt, 1 Türkmen çocuk ve İngiliz vatandaşı Michael Todd’du. Kamyonların birinde 6, diğerinde 5 Türk askeri vardı.

5 Temmuz günü Kerkük Havaalanında sorgulama yapıldıktan sonra, Amerikalılar helikopterlerle Türk askerlerini Bağdat’a götürdüler.

Irak’ın kuzeyinde Türk Özel Kuvvetleri mensubu 11 Türk askerinin ABD’liler tarafından esir alınmasıyla başlayan kriz yoğun diplomatik çabalar sonucu ancak 60 saat sonra çözülebildi. Serbest bırakılan Türk askerleri

“Amerikalılar bize El-Kaide muamelesi yaptı. En yakın müttefikine nasıl terörist gibi davranırlar?"

Türk Özel Kuvvetleri Komutanı Binbaşı Aydın Eser,

“4 Temmuz Cuma günkü baskını önce Amerikalıların Iraklılarla bir çatışması sandığını"

söyledi.

“Amerikalılar havaya ateş açıyorlardı. Önce sokakta çatışma çıktı sandım. Kapıyı açıp onlara yardım etmek istedim. Bir baktım bize doğru ateş ediyorlar. Amerikalılar bize doğru gaz bombası attılar. Olayın değişik boyutlara girmemesi için teslim olduk”.

Binbaşı Aydın, dayaktan incinmiş kaburga kemiğini gösterirken:

“Biz burada yasal olarak bulunuyoruz. Benim rütbemi hiçe sayıp Kerkük ve Bağdat’ta kötü muamele ettiler. Kafalarımıza çuval geçirildiği gibi ellerimizi de kelepçelediler.”

Türk Özel Kuvvetleri Timinin Komutanı Binbaşı Aydın Eser’nin son sözü ise “Bizi Kürtler gammazladı.” oldu.

Saat 14:30’da Türk Özel Kuvvetleri Bürosu terk edilirken 100 metre ilerde beyaz jip içindekiler, Amerikalı yarbay tarafından birkez daha tebessümle selamlandılar.

Jip’in içinde bekleyen rehber, görevini ifa etmenin huzuru ile(!) KYB Dışilişkiler Bürosunun yolunu tutarken, konvoy Süleymaniye sokaklarında yeniden bir geziye çıktı.

İçerde çuvallanmış Türk Askeri vardı. Başlarında ise Coni’ler ve peşmergeler…

Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin ısrarla “haberimiz yok” dediği Türk Özel Kuvvetleri Timine karşı yapılan baskında, Celal Talabani’nin oğlu zaten başından sonuna kadar bu çuval baskınının içinde yer alıyordu.

Bölgede babadan oğula geçen siyaset geleneği içinde küçük Talabani önemli bir figür olma özelliğini doğuştan taşıyordu. İşte bu Bafel Talabani, operasyon boyunca elindeki telefonla hem babasını bilgilendirmiş hemde Amerikalı konvoya yol gösterirken, aynı anda da baskını saniye saniye görüntülemişti.

Hatta Bafel işi iyice abartmış, Amerikalıların Türk Özel Kuvvetleri Timi’ni götürmelerinin ardından “baskın sonrasını da” görüntülemişti.

ALİ KERKÜKLÜ

Habertürk Televizyonunda Basın Kulübü programına katılarak konuşan dönemin Genelkurmay başkanlığı eski harekat başkanı emekli korgeneral Köksal Karabay, 4 Temmuz 2003 günü Irak’ın Kuzeyinde Süleymaniye şehrinde (Kürtlerin yoğun yaşadığı şehir) yaşanan çuval olayını şöyle anlattı:

“Kerkük Valisi’ne suikast yapılacağı ihbarı üzerine Kerkük’ten gelen ABD askerlerinin Talabani’nin Sarayı’nın çevresinde ilerlerken Türk timinin bulunduğu sokağa da girdiler. ABD askerlerinin arasında Türkiye’nin ekmeğini yiyen Talabani’nin oğlu (Bafel Talabani) da bulunuyordu. Tim komutanı(Aydın Eser) kapıya çıkıyor ’Hoşgeldiniz’ diyor. Üzerine çullanıyorlar. Bu esnada herkes ateş etmeye hazır. Tim komutanı Binbaşı Aydın Eser elini kaldırıp ateş etmeyin diyor. Hiç böyle birşey olacağını tahmin etmemişler. Çünkü daha önce birlikte çay içmişler ve oturmuşlar.”

KAYNAK: İnternetajans

Süleymaniye’de 11 Türk askerinin başına çuval geçirilerek sorgulanması sırasında ABD adına tercümanlık yapan Metin Öngel, olayın tüm ayrıntılarını verdi.

Öngel, askerlerimize su, yemek ve sigara götürdüğünü söyleyerek, “Binbaşı Aydın E. yapılan muameleye çok kızmıştı. Bu yüzden ABD’liler onun üzerine gidiyordu” dedi.

Kuzey Irak’ta, 11 Türk askerinin ABD askerleri tarafından gözaltına alınıp başlarına çuval geçirilerek alıkonulması olayının bilinmeyen bir tanığı ortaya çıktı. O dönemde Amerika Birleşik Devletleri adına tercümanlık yapan 32 yaşındaki Metin Öngel, 4 Temmuz 2003 günü yaşananları tüm ayrıntılarıyla ilk kez Hürriyet’e anlattı.

Öngel, gözaltına alınan askeri personelden bildiği isimleri de sıraladı. Türkiye’de vatan hainliğiyle suçlanma korkusu nedeniyle ABD’ye iltica eden kendisi gibi tercüman Tuncay Çelik ve Savaş Dalkılıç’ı eleştiren Öngel, “Koca Türkiye, bu iki tercümanla mı uğraşacak?” dedi. Halen Kocaeli Derince’de ticaret yapan Öngel, 4 Temmuz günüyle ilgili şu bilgileri verdi:

KAAN YÜZBAŞI’NIN BARBEKÜ PARTİSİ

4 Temmuz günü, biz ABD ordusu hesabına tercümanlık yapıyorduk. O gün ABD’nin resmi bayramı olduğu için, Kerkük’teki ABD üssü içinde bulunan Türk Özel Kuvvetleri’ne ait ofiste Kaan Yüzbaşı da bir barbekü partisi veriyordu.

Kaan Yüzbaşı, partiye bizi de davet etti. Yemekleri yedik, sonra bir Amerikalı asker geldi. ’3-4 Türkçe tercüman lazım’ dedi. Süleymaniye’den bazı insanları gözaltına almışlar. Biz hemen o askerle Kerkük’teki gözaltı merkezine gittik. Yanımda, Amerika’ya sığınan Tuncay Çelik ve Savaş Dalkılıç ile Gülay Kıramer adlı kızıl saçlı bir Türk kızı daha vardı. Gülay Kıramer, bir emekli astsubayın kızıydı ve Amerika’dan gelmişti. Emin değilim, sanıyorum daha önce bir Amerikalı ile evlilik geçirmişti.

ELLERİ ARKADAN PLASTİK KELEPÇELİ

Gözaltı merkezinde, buraya getirilen 33 kişi vardı. Bunların sorgusunu yaptılar. Ben gözaltına alınanları Kuzey Iraklı Türkmen sanıyordum, sonra 11 Türk askerinin de gözaltına alındığını gördüm. Türk askerleri, Süleymaniye’de Dışişleri İrtibat Bürosu’nda görevliydiler.

Sivildiler ve hepsinin ellerini arkadan plastik kelepçeyle kelepçelemişlerdi. Kafalarına çuval geçirilmişti. Gözaltı merkezinde değişik odalar vardı. Bunları, 3-4 ayrı odaya dağıttılar. Gözaltına alınanlar arasında, bir temizlikçi kadın ile 14 yaşındaki oğlu bile vardı. Kimi buldularsa getirmişlerdi. 2 Kürt koruma ve oradaki dönerci dükkánında oturanlar bile vardı.

ASKERLERİMİZE YİYECEK VE SİGARA GÖTÜRDÜM

İlk sorgu sırasında ben, bizimkilere su, yemek ve sigara götürdüm. Amerikalılar, getirilenler arasında Türk askeri olduğunu biliyorlardı; ama bilmezlikten geliyorlardı.

TÜRK BİNBAŞI ÇOK KIZMIŞTI

Binbaşı Aydın E., çok sinirliydi, agresif davranıyordu. Yapılan muameleye kızmıştı. Bu yüzden Amerikalılar da onun üzerine gidiyordu. Kerkük’te 1 ya da 2 gün kaldılar. Sonra uçakla tüm ekibi Bağdat’a uçurdular. Havaalanına götürürken, turuncu kıyafet giydirmişlerdi.Kamyonun arkasında taşındılar. 2’nci sorguya, tercümanlardan sadece Tuncay Çelik ve Savaş Dalkılıç gitti. Biz gitmedik, daha doğrusu gitmek istemedik.

’ÇUVAL’DAN SONRA İSTİFA ETTİK, DÖNÜYORDUK

Çuval olayı üzerine Türk tercümanlar olarak hepimiz istifa ettik, geri dönüyorduk. Ancak Türk Özel Kuvvetleri Komutanlığı, ’Colin Powell özür diledi, olay diplomatik olarak çözüldü’ deyince istifadan vazgeçtik. Bir ay sonra Türkiye’ye döndük.

TÜRKİYE’NİN İTİBARI İLE OYNAMASINLAR

Tuncay Çelik ve Savaş Dalkılıç, ABD’de kalabilmek için Türkiye’de vatan hainliğiyle suçlanma iddiasını gündeme getirdiler. ABD’ye kapağı atmak için bunu bahane ettiler. Ülkenin itibarıyla oynamasınlar. Kimse onları tehdit etmedi. Koca Türkiye Cumhuriyeti zaten böyle iki tercümana mı kaldı. Tercümanların lideri konumunda, Helinka Pepison adlı bir ABD’li kadın vardı. Helinka, Tuncay ve Savaş’ı ABD için ikna etti. Onlara akıl verdi. Zaten Tuncay, Helinka’nın asistanıydı. Bizi kimse tehdit filan da edilmedi. Ortalığı bulandırmasınlar.

GÖZALTINA ALINAN TÜRK ASKERLERİ

Tim Komutanı Binbaşı Aydın E.

2 üsteğmen. Birinin adı veya soyadı Bozkurt.

5 astsubay başçavuş

3 kıdemli üstçavuş.

AMERİKA’DA 10 YIL KALDIM

Metin Öngel, ABD’de 10 yıl kaldığı için İngilizce’yi çok iyi bildiğini söyledi. Kuzey Irak’ta ABD için çalışan 4 ayrı kategoride tercüman olduğunu anlatan Öngel, “Her kategorideki tercüman, belli gizlilik seviyesine göre yetkiliydi. Biz en düşük yetkide tercümanlardık” diye ekledi. Öngel, nasıl tercüman olduğunu ise şöyle anlattı: “Askerden dönmüştüm. Bir arkadaşım, bu işten haberdar olmuş, CV gönderdik. Gaziantep ve İskenderun’da çalıştırmak için tercüman arıyorlardı. Ankara Hilton’da toplantı yaptılar, evrak verdik, kabul ettiler. Mardin’de 15-20 gün kaldık. Sonra geri döndük. Bir daha arayıp Irak teklifi yaptılar. Ticari bağlantı kurarım diye kabul ettim. Tuncay Çelik benden bir hafta önce gitmişti, Savaş Dalkılıç’la aynı dönemde gittik.”

KEBAP PARTİSİ

Türk tercüman Metin Öngel, kendilerine iş veren ABD’li şirketin yöneticisi Helinka Pepison ile bir Irak dönüşü Mardin’de kebap partisinde.

BİRLİKTE GÖREV

Tercüman Metin Öngel, ABD’ye iltica eden diğer tercüman Savaş Dalkılıç ile Kuzey Irak’ta birlikte görev yaptığını anlattı.
Öngel ve Dalkılıç’ın birlikte pek çok fotoğrafı var. Öngel, ABD’ye iltica eden Savaş Dalkılıç ile Tuncay Çelik’in davranışlarını doğru bulmadığını söylüyor.

KAYNAK: HÜRRİYET USA

Bu Mantıkla Terörle Mücadele Buraya Kadar

Zamanında bir başka Genelkurmay Başkanının kurmay ekibine bir not yayınlamıştık.

Büyük Türk düşünürü, yüce entellektüel, her gördüğü yeniliği ilerleme zanneden, kasaptaki ete soğan doğramayan ama kasapla köfte ekmek yiyen zat-ı muhterem Harp Akademileri'ndeki konuşmasında "farklı düşünme" adına bir örnek vereyim derken matematik ve mantık seviyesini de bütün çıplaklığı ile ortaya sermişti.

Aşağıda o notumuzun tam metnini bulabilirsiniz.


İlker Başbuğ'un dün (05 Temmuz 2010) Arena'da yayınlanan röportajını masaya yatırıp, onlarca noktasını eleştirebiliriz. Bu ülkede kurmay aklının tıkanmışlığına, kireçlenmişliğine ve körelmesine yönelik onlarca cümleyi cımbızlayıp ; yıllardan beri öne sürdüğümüz "Genelkurmay TSK'yı yönetemiyor" tezimizin altına yeni eklemeler yapabiliriz.

Yapmayacağız. Resim ortada. Sözün bittiği yerde daha fazla lafa gerek yok.

PKK'yı Çanakkale'de Türk Ordusu'na saldıran ordularla eş gösterecek bir söylem içerisinde olan Genelkurmay Başkanları; "ordu" yerine koydukları teröristlerinin siyasi uzantılarının kendilerine "sert konuşmasını" da sineye çekecekler artık.

Dünkü konuşmadan sadece bir an ; Türkiye'de eğitimin öğrenciye temel mantık kavramlarını aşılamada ne kadar yetersiz kaldığı ve Türk insanının muhakeme yeteneğinin vatandaştan, Genelkurmay Başkanına; Başbakan'dan bakanına nasıl dumura uğradığını ortaya koydu.

Hatırlarsınız Erdoğan geçenlerde "Herkes bir işçi alsa bir milyon kişiye iş bulunur" diye bir dahiyane formülle ortaya çıkmıştı.

Her işveren bir kişi işe alacaktı ve böylece Türkiye'nin işsizlik sorunu çözülmüş olacaktı. Lafazanlık insanı rakamlar dünyasından uzaklaşır ve rakamların dünyasından uzaklaşan gittikçe kendi lafazanlığına muhtaç kalır.

Erdoğan Türkiye'de 10 veya daha az işçi çalıştıran işletme oranının Türkiye'deki işletme sayısının çok büyük bir yüzdesini oluşturduğunu bilseydi veya bildiğini analiz etme yeteneği olsaydı; bir çok işletme için 1 ekstra işçinin istihdam seviyelerinde en iyi ihtimalle %10, en kötü ihtimalle ise %30-%50 istihdam artışına denk düştüğünü bilirdi.

Düşük kur politikası altında ezilmiş bir ekonomide işçi çıkarmamaya çalışan bu işletmelere 1 işçi daha al demekle küfür etmek arasında ince bir çizgi var ve Tayyip Erdoğan bu çizginin ve yediği 1 milyon küfrün farkında değil.

Çok geçmeden AKP hükümetinden yeni bir dahiyane fikir fışkırdı.

Bu sefer fikrin fışkırtanı , AB'den sorumlu bakan olup da, kendisi hakkında yazılan eleştirilere dava açan ; AB standartlarınden kendisi bile nasiplenmemiş olan Egemen Bağış'tı.

Bağış; profesyonel ordunun istihdam yaratacağı tezini savundu.

Profesyonel ordunun maliyetleri, sosyolojisi, stratejisine girmiyoruz bile.

Profesyonel ordunun yaratacağı istihdamın, ordu mevcudunun azalması ile işsizler ordusunda yaşanacak artış ile dengeleneceğini göremeyen bir bakandan sözediyoruz.

Bu ülkeyi temsil etsin diye altına onlarca imkan serdiğimiz bakan.

Ve bu dahiyane analizler , tespitler kervanına dün Arena'ya verdiği röportajla Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ da katıldı .

Başbuğ mealen şöyle dedi:

"TSK'nın terör örgütünü bitiremediği tezi yanlıştır. Bugüne kadar yaklaşık 26.000 terörist etkisiz hale getirilmiştir. Terör örgütünun mevcudunun 5 bin olduğunu varsayarsanız, TSK terör örgütünü 5 kere bitirmiş demektir"

Tekrar okuyun, yanlış okumadınız.

Matematiğin bu kadar fütursuzca kullanıldığı bir başka örnek vardır elbet ama bu kadar yakına düşenine biz rastlamadık.

Ülkenizin Genelkurmay Başkanının terör örgütünü bitirme matematiği ve bunla bağlantılı muhakemesi bu ülkeyi sevenler adına üzücü, düşmanları adına çok sevindirici bir noktada.

Bu mantıkla bakarsak; yaklaşık bir 4500 terörist daha sonra PKK'yı 6. kez bitireceğimizi müjdeleyecekleri günler de yakındır. Darısı 7. PKK'nın başına.

Zamanında bir başka Genelkurmay Başkanının kurmay ekibine bir not yayınlamıştık.

Büyük Türk düşünürü, yüce entellektüel, her gördüğü yeniliği ilerleme zanneden, kasaptaki ete soğan doğramayan ama kasapla köfte ekmek yiyen zat-ı muhterem Harp Akademileri'ndeki konuşmasında "farklı düşünme" adına bir örnek vereyim derken matematik ve mantık seviyesini de bütün çıplaklığı ile ortaya sermişti.

Aşağıda o notumuzun tam metnini bulabilirsiniz.

Başbuğ'un terminolojisi ile PKK'nın "insan kaynağı" sorunu olup olmadığını bilemeyiz ama her 5 bin teröristte bir PKK'yı bitirdiğini zanneden Genelkurmay Başkanları;

Her işletmenin bir kişiyi alması ile istihdam sorununun çözüleceğini zanneden Başbakanları;

Profesyonel ordu ile Türkiye'de işsizlik sorununa çare bulacağını zanneden Bakanları,

oldukça Türkiye'nin çok ciddi bir insan kaynağı sorunu olduğunu söyleyebiliriz.

Açık İstihbarat


Büyük Düşünür Hilmi Bey'in Kurmay Ekibine Zamanında Yayınlanan Not
Askerinin basina çuval geçirenlerle "Terör Konferansi" düzenleyen
Hilmi Özkök'ün;

bu davranisinin temel bir mantik/muhakeme hatasindan
kaynaklandigini ve bu hatayi ufak bir brifingle
düzeltmenizin çok büyük faydasi olacagini düsünmekteyiz.

Bu temel mantik/muhakeme hatasinin Hilmi Bey tarafindan nasil
içsellestirildigi Harp Akademileri komutanliginda yaptigi konusmada gizlidir.

Kendisi, olumlu bir vurgu ile "farkli düsünme" adina su örnegi vermistir.

Güney Kore'yi ziyaretim esnasinda Koreli bir gezi rehberinin sordugu su soruyu unutmuyorum;

1=5, 2=25, 3=125, 4=625 ise 5 nedir?

Bu soru aslinda bir matematik sorusu gibi görünse de, bir matematik sorusu degildir. Tamamen bir algilama ve soruya bakis açisiyla ilgilidir. Sorunun cevabi bir çogunun düsündügü gibi 3125 degil, 1'dir. Çünkü 1=5 ise 5=1'dir.

Sartlanmalarin zincirini kirmadan unutulmaz kisiler olamazsiniz.

Baştan aşağı mantık hataları ve çelişkilerle dolu Harp Akademileri konuşmasının
bu kısacık kısmı; genel konuşmanın mikrokozmosu özelliği taşımaktadır.

1) Sözkonusu olan bir matematik degil mantik sorusudur.
Dolayısı ile Hilmi Özkök'ün "bir matematik sorusu gibi görünse de" ifadesi; kendisinin görünen şeyleri algılamadaki yeteneği konusunda dinleyiciye yanlış bir izlenim vermektedir.

2) Mantiktaki "=" esitleme isareti ile; matematikteki "=" esitlik isareti
görsel olarak benzer ama içerik olarak çok farkli konumlardadir.
Daha fazla ayrinti için; rakam ve küme teorilerini inceleyebilirsiniz.

3) Bu sorunun cevabi Güney Koreli turist rehberinin belirttigi gibi "5=1" degil; "bir çoğunun düşündüğü gibi" 3125'tir.

Güney Koreli turist rehberi Genelkurmay Baskani'ni yanlis yönlendirmistir.

Ortada matematiksel bir esitlik degil (ki matematiksel bir esitlik olsaydi; bu rakam teorisi ile çelismek zorunda kalirdi) mantiksal bir eslestirme vardir.

Mantiksal eslestirmeler de; "ilginçlik" olsun diye yapilan çarpitmalara göre degil; kurulan mantik zincirinin içsel dinamigine göre ilerlerler

4) Farkli düsünme adina; her gördügü ilginçligi "degisiklik", "farklilik" zanneden Genelkurmay Baskani'nin unutulmaz adam olmak için
önce bazı "şartlanmaların", tarihsel ve teorik arka planını iyi etüd etmesi gerekir ki;

birileri gelip;

"TSK Terörle Mücadele Ediyor
ABD'de Terörle Mücadele Ediyor
Demek ki TSK ABD ile Birlikte Mücadele Etmeli"

cümlesini kurduğunda; bunu mantıklı bulup; askerinin başına çuval geçirenlerle, Terör Konferansı düzenlemesin.

Masaya beyni ile vurma iddiasinda olan Hilmi Özkök Bey'in Güney Koreli turist rehberlerinin yanlis yönlendirmeleri ile düstügü bu muhakeme/mantik
hatasindan döndürülmesi;

ABD'nin Terörü ile Mücadele Ederken;

Afganistan daglarina da;

Gabar daglarina da oglunu yollayan
bu Millet için
hayati önem arzetmektedir.

Koskoca konuşmada;

Liderlik adına;

Guggenheim ve İngiliz Tasarımcı Ross Lovegrove gibi örnekleri verip,

Mustafa Kemal'in ismini bile anmadığınız için;

masanızda yeralan Mimarlık ve Tasarım dergilerinin altında
kaybolduğunu anladığımız Nutuk'un yazarı Mustafa Kemal'in

Matematik ve Türkçe konusunda yaptığı ve yaptırdığı
çalışmaları; Hilmi Özkök'ün Bey'in içselleştirdiği anlaşılan
matematik ve mantık hatalarını düzeltmesi adına tavsiye ederiz.

Mustafa Kemal;

Guggenheim ve İngiliz Ross Lovegrove kadar değerli bir tasarımcı olmasa da;

Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök Bey'in bir sonraki liderlik konuşmasında örnek olabilecek bir kaç nacizane çalışması
olmuştur.

Kendisi değerli bir insan olup;

dikkatli bakarsanız arkanızdaki duvarda boydan bir portresinin olduğunu farkedeceksiniz.

Bundan sonraki çalışmalarınızda; arasıra da olsa kendisinden ilham almanız;

Millet'i fazlası ile mutlu edecektir.

1 Temmuz 2010 Perşembe

Cuntanın Silahı: PKK

Evet, yine terör... Daha cesur tarifler yapılmadan da terör bitmeyecek. İfşa etmenin vakti gelmedi mi? Karşımızda postal giyen bir PKK var artık!...
Evet, yine terör... Daha cesur tarifler yapılmadan da terör bitmeyecek. İfşa etmenin vakti gelmedi mi? Karşımızda postal giyen bir PKK var artık! Terör görünümlü bu cunta faaliyeti ile yüzleşmeliyiz. PKK, son eylemleriyle cuntanın taşeronluğunu yapıyor. Son saldırılarla artık apaçık ortaya çıktı ki Türkiye, terör görünümlü bir darbe faaliyeti ile mücadele ediyor. 2000’den sonra sivil iradeye kayan siyasi eksen terör üzerinden askerî vesayete çekilmeye çalışılıyor.

Yeniden tırmanan terör, metropolleri de vurmaya başladı. Geçen hafta, İstanbul Halkalı’da biri sivil 5 kişinin hayatını kaybettiği bir bombalı saldırı düzenlendi. Gelinen noktada herkesin aklında iki soru var. Büyük umutlarla başlanan açılım süreci bitti mi ve neler oluyor? Bu sorulara eski bir özel harpçinin sözleri ile cevap aramaya başlayalım: “Mukavemetin en verimli tohumunun zulüm olduğu bilinmelidir. Bazen gayrinizami kuvvetlerin, bu gerçeği bile bile sahte operasyonlarla halkın mukavemet cephesine iltihakına çalışılır. Halkı mukavemetçilerden ayırmak için sanki ayaklanma kuvvetleri tarafından yapılıyormuş gibi, mücadele kuvvetlerince zulme kadar varan haksız muamele örnekleri ile sahte operasyonlara başvurulması tavsiye edilir.” (Eski Özel Harp Dairesi Başkanı Tümgeneral Cihat Akyol, Türk Silahlı Kuvvetleri Dergisi, Mart 1971)

Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca asker-kurucu zihniyet açısından sivil irade hep “mukavemet cephesi” olarak algılandı. Bu hastalıklı algı açısından sivil iradenin yönetime hâkim olması son dönemlerin moda deyimiyle “eksen kayması”ydı. Laiklik ekseninden, çağdaşlık ekseninden, Cumhuriyet ekseninden kayıyordu ülke… Sahte tehdit mekanizmaları üzerinden üretilen terminolojilerle halk bu illüzyona inandırılmaya çalışıldı. İllüzyonun aygıtları bazen çok kanlı da olabiliyordu. Tümgeneral Cihat Akyol’un yukarıdaki sözleri Cumhuriyet tarihindeki ne çok olaya işaret ediyor değil mi? Halkı sivil iradeden, demokrasi mücadelesinden ayırmak için üretilen terör örgütü senaryoları, eylemler, bombalamalar, katliamlarla dolu toplumsal hafıza. Formül basit: Şiddet tırmanacak, siyasi iktidar bu şiddet eylemleri üzerinden sıkıştırılarak çalışamaz hâle getirilecek, ortaya yönetim zaafı çıkacak ve asker yavaş yavaş iktidarın yolunu tutacak. Tabii bu hemen olmaz. Önce sıkıyönetim veya olağanüstü hâl gibi prosedürlerin uygulanması lazım ki darbeye giden yolda taşlar daha rahat döşenebilsin. Tıpkı 1978’de Maraş katliamından üç gün sonra sıkıyönetimin ilan edilmesi gibi. Tıpkı 2003 yılına ait Balyoz darbe planında PKK ve El Kaide’ye eylem sipariş edilip OHAL ve sıkıyönetimin yolunun açılması için tertipler yapılması gibi. Önce terör ve şiddet tırmanacak, ardından davetiye beklenecek. Çaresiz halk yüzünü askere çevirecek. Onlar da ne yapsın? Bu vatan hizmetine seve seve katlanacaklar! Bu, bazen 12 Mart gibi yarım veya 28 Şubat gibi postmodern de olabilir. Bazen darbe gerçekleşmese bile siyasi iktidara haddi bildirilmiş olacak. Ama neticede senaryonun sonunda sivil iradeye kayan eksen yeniden yerli yerine oturtulacak! Senaryonun detaylarını merak edenlere son yıllarda ortaya saçılan darbe planlarına göz atmalarını tavsiye ediyoruz.

Türkiye’nin bugün de yaşadığı tüm bu sıkıntıların temelinde aynı mücadele var. Terör kılığına bürünmüş bir toplum mühendisliği ile karşı karşıyayız. Sivil irade ile askerî vesayet arasında süregelen mücadele her dönem farklı argümanlar veya gerekçeler üzerinden yürütüldü. Sivil iktidarı köşeye sıkıştırma argümanları arasında irtica, bölücülük, dış bağlantı ve ihanet söylemlerini sıralayabiliriz. Bu mücadelenin demirbaşları arasında elbette teröre endekslenen Kürt meselesi de her zaman oldu.

Kürt meselesi veya ona bağlı süreçler sadece hadisenin kendi boyutuyla da sınırlı değil. İç siyasi dengeler açısından hemen her konuda zaman zaman bir manivela görevi gördü. Cumhuriyet tarihi açısından bakıldığında bu durum kuruluş yıllarına kadar gider. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın tasfiye edilmesine gerekçe olarak Şeyh Said İsyanı’nın kullanılmasından tutun da günümüzdeki reform sürecine kadar pek çok kritik kavşak ve süreçte bu mesele üzerinden stratejiler geliştirildi.

Son dönemlerdeki mücadelenin de yine Kürt meselesi etrafında şekillendiği gözüküyor. PKK, Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) yoluna girdiği 2000’li yıllardan itibaren iç siyasette giderek ağırlık kazanan sivil iradeyi hedef almaya başladı. Terörle mücadelede inisiyatifin sivillerin eline geçmeye başlaması PKK’nın son yıllardaki azgınlığının en önemli nedenlerinden biri. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın dilinden düşürmediği “Şiddetin esiri olmayacağız!” ifadesinin çok derin anlamları var. Bugün, her ne kadar gündemde dış politika üzerinden ısıtılan bir “eksen kayması” tartışması olsa da, asıl eksen hesabı iç siyaset üzerinden yürütülüyor. AB süreci ve Türkiye’nin uzun yıllar sonra kavuştuğu tek parti iktidarı ile yakalanan istikrar ve demokratikleşme dönemi eski senaristleri son bir hamleye itmiş gözüküyor. PKK terör örgütünün 4 yıllık suskunluktan sonra yeniden taşeronluğa başlaması hep bu can çekişmenin ürünü. Türkiye, yakın tarihinde onlarca kez yaşadığı “sivil iktidara terör üzerinden balans ayarı verme” taktiği ile yeniden karşı karşıya. Bu meyanda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Mayıs 2010’daki Sarıyayla baskınının ardından yaptığı açıklamada Tunceli’de, Lice’de Mehmetçiğe tetik çeken zihniyet ile Taksim’de 1977’de işçinin üzerine kurşun yağdıran zihniyet arasında hiçbir fark olmadığını söylemesinin çok derin bir anlamı var. Erdoğan aynı konuşmada “Çorum’u, Kahramanmaraş’ı, Gazi Mahallesi’ni, Sivas’ı kana bulayan zihniyet ile Danıştay’da kan döken zihniyet arasında hiçbir fark yoktur.” diyordu. Başbakan darbeye zemin hazırlayan Maraş, Çorum olayları ile Danıştay ve son dönemdeki PKK eylemlerini aynı potada değerlendiriyor ve bu eylemlerin arkasındaki gizli ele işaret ediyor. Anlaşılan Başbakan da sivil iktidara yönelik bu balans ayarının nerelere dayandığının farkında. PKK’nın Ergenekon süreci ile birlikte giderek netleşen taşeron ve maşa kimliği zihinleri bu anlamda netleştirmiş durumda. Zaten Başbakan da geçtiğimiz hafta AK Parti grup toplantısında yaptığı konuşmada buna işaret etti: “Ne yazık ki bütün hükûmetler terör örgütü karşısında hep geri adım attı. Görüyorsunuz, duyuyorsunuz eli kanlı terör örgütü, hiç tahmin edilemeyecek, yan yana gelmesi tahayyül dahi edilemeyecek başka birtakım kirli odaklarla işbirliği içinde, koordinasyon içinde çalışmış ve çalışmaya devam ediyor. İddianameler ortada, deliller ortada; açığa çıkan gerçekler ortada... Biz geri adım atmayacağız.”

Başbakan 15 Haziran’daki grup toplantısında ise oluşturulan ittifaka dikkat çekti. Millî Birlik ve Kardeşlik Projesi olarak tanımladığı demokratik açılım ile Anayasa değişikliğine CHP, MHP, BDP, PKK ve İmralı’nın ittifak hâlinde karşı çıktığını söyleyen Erdoğan, “Bu ittifakın, bu örtüşmenin ne anlama geldiğini eminim ki benim tüm vatandaşlarım en iyi şekilde değerlendirecek ve kararını da ona göre verecektir.” dedi. Başbakan Erdoğan’ın açıklamasındaki vesayet ve zamanla vurgusu manidardı.

“Bütün hükûmetler terör örgütü karşısında hep geri adım attı.” diyen Başbakan kendilerinin buna asla teslim olmayacaklarının altını ısrarla çiziyor. Başbakan’ın gönderme yaptığı bu tespitin arkasında çok önemli tarihî virajlar var. Bu pencereden bakıldığı zaman 12 Eylül Darbesi sonrasında sivil iradenin iktidara geldiği 1983’ten hemen sonra silahlı mücadelenin başlamış olması da tesadüf değildi. Daha sonra da sivil iradenin gündeme geldiği her dönem PKK ile mücadelede çok kanlı olaylara sahne oldu. Bunun için 1990-1995 dönemini iyi tahlil etmek gerekiyor. Dönemin başbakanı Süleyman Demirel 1991 yılında Diyarbakır’a giderek “Kürt realitesini tanıyoruz.” dedi. Açıklama ile birlikte Kürt meselesinde sivil iradenin devreye gireceğine dair umutlar oluştu. Bir önceki yıl 92 asker şehit olmuşken 91’de bu sayı iki buçuk katına çıkarak 213’e yükseldi. Nitekim Demirel bu gelişmelerden sonra Kürt meselesinde inisiyatifi askere teslim etmek zorunda kalacaktı: “Hüsamettin Cindoruk: Demirel bu işi askere havale etti. Daha başbakanken böyle yaptı. Demirel tahaffuz hissi içinde. Yani kendini saklamak istiyor.” (Hasan Cemal, Türkiye’nin Asker Sorunu, S. 190, Doğan Kitap)

Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın sivil arayışlara girdiği 1992 yılında terör hadiseleri tekrar katlandı. Türkiye 1992 yılında 444 asker, 144 polis, 167 köy korucusu şehit verdi. Şırnak, Lice baskınları gibi kanlı olayların meydana geldiği 1992 yılı aynı zamanda PKK’ya en fazla katılımın yaşandığı dönemdi. Dağdaki militan sayısı çift basamaklı rakamlarla ifade edilmeye başlandı.

OHAL’in kaldırılması ve PKK’ya genel affın gündeme geldiği 1993 yılı Türkiye’nin yakın tarihine büyük şiddet eylemleri ile kazındı. 33 er, Sivas, Başbağlar, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis olayları bunlardan bazıları. Sivil iradenin arkasındaki en güçlü isim olan Turgut Özal şüpheli şekilde öldü.

Aynı yıl Başbakanlık koltuğuna oturan Tansu Çiller “Bask modelini” önererek hızlı bir başlangıç yapsa da 3 ay içinde “ya bitecek ya bitecek” noktasına getirildi. 93’ün kanlı bilançosu ise şöyle: 487 asker, 28 polis, 156 köy korucusu şehit. OHAL’in kaldırılması da uzun yıllar bir daha gündeme gelmedi.

1993 yılından sonra terörle mücadelede inisiyatif tamamen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin eline geçti. Ve süreç tarihinde hiç olmadığı kadar kanlı bir hâl aldı. 1994 yılında tam 794 asker, 43 polis, 256 korucu şehit oldu. Binlerce köy yakılarak boşaltıldı. 12 bin sivil sınır dışına kaçtı. 1995’te 615 şehit verildi. Kanlı sürecin sivillere dönük yüzü ise çok ürkütücüydü. Binlerce faili meçhul, kayıp, işkencede ölüm…

1993-96 sürecinde tırmanan şiddetle beraber Kürt meselesinin tamamen Türk Silahlı Kuvvetleri’ne havale edilmesi askerin iç politikadaki etkisini giderek artırdı. Zayıflayan siyasi irade, 1996’da patlak veren Susurluk skandalını dahi demokrasi fırsatına çeviremedi. Öyle ki şüpheli askerleri ifadeye bile çağıramadı Türkiye Büyük Millet Meclisi. Süreç, Türkiye’nin askerî vesayet problemini giderek derinleştirdi. Nitekim 1997’de de literatüre 28 Şubat olarak geçen örtülü bir darbe yaşandı. Şiddete direnemeyen her iktidar askerî vesayete boyun eğmek durumunda kaldı.

2000 yılından sonra gelişen ve bugünlerde giderek tırmanan sürece de bu perspektiften bakmak gerekiyor. Zira, PKK’nın son eylemlerini iç siyasi operasyonları ve Ergenekon cephesini hesaba katmadan bir yere oturtmak mümkün değil. Abdullah Öcalan’ın, PKK’nın, KCK’nın tüm açıklamalarında hükûmet hedef alınıyor. Siyasi iktidarın demokrasi ve hukuk devleti adına yapmaya çalıştığı her hamlede örgüt devreye giriyor. Örgütün son yıllardaki tüm eylemleri gündem ayarlı. Söylemleri ise Türkiye’deki Ergenekon ve statüko yanlılarının söylemleriyle bire bir örtüşüyor. Son birkaç aydır şiddetin Anayasa reformu çalışmaları paralelinde tırmanması tesadüf değil. Hükûmetin Anayasa paketinin hazırlıklarına başladığı dönemde Abdullah Öcalan’ın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan için “Sonu Özal gibi olur!” demesi pek çok şeyi açıklıyor. CHP ve MHP ile aynı safta görünme pahasına parlamentoda değişikliklere direnen BDP’nin tavrı yaşanacakların habercisi giydi. PKK, Öcalan’ın direktifleri doğrultusunda gelişmelere paralel olarak şiddeti kademe kademe artırdı. Anayasa paketi Meclis’ten geçtikten sonra da 1 Haziran’dan itibaren geçerli olmak üzere terörün derinleştirilmesi emrini verdi. Son bir ayda yaşananlar ise ortada. Öyle gözüküyor ki bu kanlı direnç referandum tarihine kadar da sürdürülecek.

PKK açısından 2000 yılı sonrasının farklı bir yönü daha var. 1999 yılına kadar her ne kadar belirli süreçlerde karşılıklı menfaat bağlamında bir eylem birlikteliğinden bahsedilse de Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ardından bu durum amaç birliği noktasına taşındı. Vesayetçiler açısından, AB süreci paralelinde güçlenen sivil iktidar olgusu; PKK açısından ise Kuzey Irak’ta temelleri atılan bir “Kürdistan” tehlikesi bu amaç birliğini oluşturan ana unsurlar.

Son olaylarla eksen provokasyonunun kilit rolü Abdullah Öcalan-PKK ikilisine verilmiş gözüküyor. Peki bu hâle nasıl gelindi?

10-11 Aralık 1999’da Helsinki Zirvesi’nde Avrupa Birliği’ne aday ülke olarak kabul edilen Türkiye’nin önünde yeni bir sayfa açıldı. Türkiye bu tarihten itibaren demokratikleşme adına önemli adımlar atmaya başladı. 1987’den beri yürürlükte olan ve çeşitli tarihlerde tam 46 kez uzatılan olağanüstü hâl uygulaması Kasım 2002’de tamamen kaldırıldı. Düzenlemelerden Öcalan da nasibini aldı. Hakkında verilen idam cezası, Ağustos 2002’de AB’den gelen talepler doğrultusunda ölüm cezasının kaldırılması üzerine ömür boyu hapse çevrildi. 2002’de üç, 2003’te 4 uyum paketi Meclis’ten geçti. Düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında Türk Ceza Kanunu’nun 159 ve 312. maddeleri ile Terörle Mücadele Kanunu’nun 7 ve 8. maddelerinde yapılan değişikler önemli reformlar içeriyordu. DGM’lerdeki 15 gün olan gözaltı süresinin 4 güne indirilmesi, özel hayatın gizliliği, haberleşme ve konut dokunulmazlığına güvence getirilmesi, işkence ve kötü muamele sebebiyle AİHM’nin hükmettiği tazminatların bu suçları işleyen görevliler tarafından karşılanması hükmü, parti kapatmanın zorlaştırılması, Basın Kanunu’ndaki “yasaklanmış dil” kavramının kaldırılması, Anadilinin öğrenilmesi için Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı özel kurs izni verilmesine ilişkin düzenleme, RTÜK Yasası’nın anadilinde yayın yapılmasını yasaklayan 4’üncü maddesine de “Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde de yayın yapılabilir” hükmünün getirilmesi sivilleşme yolunda önemli adımlardı.

Genelkurmay başkanının millî savunma bakanına bağlanması, Milli Güvenlik Kurulu’nun yapısının değiştirilmesi ve DGM’lerin kaldırılması da AB’nin talepleri arasında bulunuyordu. Nitekim genelkurmay başkanının protokoldeki yerine dokunulamasa da diğer ikisi hayata geçirilebildi. Gerilimin bir diğer cephesi de Kıbrıs meselesinde yürütülüyordu.

Diğer taraftan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Kasım 2002’de tek başına iktidar olması dengeleri tamamen değiştirmişti. 1993’ten beri giderek derinleşen askerî vesayet, ipleri güçlü bir sivil iktidara teslim etmek istemiyordu. 2003-2004 gerilimin zirve yaptığı yıllar olarak tarihe geçti. 2004 sonundaki AB’ye tam üyelik kararı öncesi Türkiye olağanüstü dönemlerden geçti.

Yaşananlar vesayetçi statükonun can damarına dokunuyordu. Yıllar sonra bir siyasi parti çok güçlü bir halk desteği ile tek başına iktidara geliyordu. Üstelik bu parti “mukavemet cephesindeki” Adalet ve Kalkınma Partisi’ydi. Dolayısıyla eksen kaymasına karşılık hemen harekete geçilmeliydi. 2003-2004 yılları darbe senaryolarının havada uçuştuğu bir dönemdi. Türkiye yıllar sonra öğrendi ki bu iki yılda en az 5 darbe tehlikesi atlatmıştı. En etkili olanı AK Parti’nin iktidara gelmesinden 4 ay sonra emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın komutanlığındaki 1. Ordu Komutanlığı’nda hazırlanan Balyoz Darbe Planı’ydı. Bu plan kabataslak daha önce belirttiğimiz senaryonun versiyonuydu. Önce çeşitli terör örgütlerinin eliyle şiddet tırmandırılacak, ardından EMASYA protokolü çerçevesinde asker sokağa çıkacak, sonrası sıkıyönetimin ilanı ve darbe. Bu planda PKK ve El Kaide’nin eş zamanlı eylemler düzenlenmesi öngörülüyordu. 2003 yılının sonlarına doğru İstanbul’da El Kaide’ye dayandırılan eş zamanlı 4 bombalı eylemin gerçekleştirilmesi bir rastlantı mıydı? Yine 4 yıldır suskun kalan PKK’nın ilk eylemini bu plandan yalnızca 3 ay sonra Temmuz 2003’te gerçekleştirmesi tesadüf müydü? Aynı süreçte dönemin Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral Şener Eruygur’un başını çektiği ve başka kuvvet komutanlarının da içinde bulunduğu Ayışığı, Sarıkız, Eldiven gibi darbe planları de senaryo aşamasındaydı. Yıllar sonra Abdullah Öcalan’ın açıklamalarından öğrendik ki o yıllarda İmralı’da askerî kanatla pek çok görüşme gerçekleşmişti. Darbe planlarının neden başarısız olduğu ise daha sonra ortaya çıkan dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’e ve Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay’a ait darbe günlükleri ile deşifre oldu. 2002-2006 yılları arasında Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda oturan emekli Orgeneral Hilmi Özkök darbeleri engellemişti.

PKK’nın 2003 yılından itibaren şiddeti tekrar tırmandırmasının başka nedenleri de vardı. ABD 2003 yılındaki Irak işgali sırasında kendisi ile ittifak kuran Kürt bölgesinde ayrı bir devlet oluşumunun temelini attı. Bu oluşum sadece Türkiye’yi rahatsız etmiyordu. İmralı da hareketliydi. 2003 yılında avukatları ile yaptığı görüşmede şunları söylüyordu: “Türkiye’nin yumuşak karnı Kuzey Irak’tır. Burada milliyetçi Kürtler eliyle İngiliz ve ABD tarafından bağımsız bir Kürt devleti kurulmak isteniyor. İsrailvari bir Kürt devleti kurulmak isteniyor ve bu kuzeyi de (Türkiye) kapsayacaktır. Devletin buna dikkat etmesi gerekir.” 2004 yılına ait bir başka görüşme notu ise Öcalan’ın zihin yapısını daha net ortaya koyuyor: “Bunların savaş çıkarmayacakları, Şeyh Sait gibi yapmayacakları ne malum? Barzani ve Talabani kırk yıl sessiz kaldılar, sonra da Irak’ı bu hâle getirdiler (...)Türkiye’nin önüne derinleştirilmiş Sevr’i koyacaklar.” Öcalan’ın Mesud Barzani kimliği üzerinden kullandığı argümanların Türkiye’deki derin devlet algısı ile aynı olması da şaşırtıcıydı: “Barzani ailesi Sabetaycı bir kökenden geliyor, onun için Yahudilerle özel ilişkileri vardır.” (Öcalan, 2003 görüşme notları)

2002 yılından itibaren giderek derinleşen kanlı süreçte farklı cephelerde gibi gözüken yapılar arasında çok güçlü bir amaç ve eylem birlikteliği söz konusu. Özellikle Ergenekon süreci ile birlikte bu amaç ve eylem birlikteliği daha görünür hâle geldi. Ergenekon iddianamesinde ortaya çıkan belgelerden Türkiye “naylon terör örgütü” kavramı ile tanıştı. PKK, DHKP-C, MLKP, Devrimci Karargâh gibi pek çok örgütün Ergenekon’la ilişkileri tespit edildi. PKK’nın 2004 yılından itibaren silahlı mücadeleyi derinleştirmesinin Ergenekon süreci ile doğrudan bağlantısı bulunuyor. Aynı yıllardan itibaren mantar gibi türeyen ulusalcı derneklerle beraber Türkiye bir Kürt-Türk çatışmasına çekilmeye çalışıldı. Geçtiğimiz hafta başında İstanbul Halkalı’da askerî servis aracına düzenlenen saldırıyı üstlenen PKK’nın derin kolu TAK ve üst organı KCK da bu süreçte kuruldu.

2004 sürecinde PKK’ya bazı iç operasyonlar da düzenlendi. PKK’nın derin troykası olarak bilinen Duran Kalkan, Mustafa Karasu, Ali Haydar Kaytan etkin hâle getirildi. Bu kadroya daha sonra Sabri Ok da katıldı. Silahlı mücadele karşıtı olan Halil Ataç, Osman Öcalan, Nizamettin Taş, Faysal Dunlayıcı gibi isimler 750 militanla beraber örgütten ayrıldı. Osman Öcalan geçtiğimiz hafta bir gazeteye yaptığı açıklamada Ergenekon’un PKK yönetiminde etkin hâle geldiğini söyledi. PKK’ya hâkim olan derin troyka ulusalcı fikirleri ile biliniyor. Onlara göre de (tıpkı yerli statükocular gibi) AK Parti, İslamcı özelliklere sahip bir parti ve niyeti Türkiye’yi geriye götürmek. Bu isimler İslamiyet’e ve dindar yöneticilere karşılar. PKK’nın savaştan yana bir çizgi izlemesini, örgütün belirlenmiş zamanlarda eylem yapmasını istiyorlar. Son aylarda Türkiye’nin dengelerini sarsmaya çalışan eylemlerin arkasında bu kadro var.

PKK 2004 yılında ayrıca KCK diye yeni bir yapılanmaya gitti. KCK’nın Türkiye meclisinin başına ise derin bağlantıları ile bilinen Sabri Ok getirildi. Türkiye’de ulusalcı derneklerin mantar gibi çoğaldığı bir dönemde PKK da bu yapılanma ile kent merkezlerinde araç kundaklama, taş atma, molotofkokteylli eylemlerle gerginliği artırma üzerinden bir hareket alanı oluşturdu.

KCK faaliyetleri paralelinde gerçekleşen yeni eylemler geçmişe nazaran bazı farklılıklar gösteriyordu. Bu gelişmeler karşı cephede şiddet ve sertlik yanlılarının da elini güçlendirdi. Bu meyanda sivil iradeye terör üzerinden dizayn verme çabalarının simgesel yıllarından biridir 2005. Türkiye genelinde ayrışmayı tetikleyen çok farklı provokasyonlar devreye sokuldu. 21 Mart 2005 tarihinde yapılan Nevruz kutlamalarında Mardin ve Mersin’de bayrak provokasyonu yaşandı. Devamındaki 4 yılda 39 linç hadisesi tertiplendi. Mantar gibi çoğalan ulusalcı dernekler şiddetin karşı cephesini tamamlıyordu.

Çeteler ve terör üzerinden siyasi dizayn arayışında olan çevreler açısından 2006 ve 2007 yılları tam bir kırılma noktası oldu. Mayıs 2006’a yaşanan Danıştay saldırısında derin cephenin suçüstü yakalanması süreci geri çevirdi. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçim sürecinde yaşanan gerilim zihinlerdeki eksen kaymasını da noktaladı. Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde 27 Nisan muhtırasına karşı siyasi iradenin dik durması statükonun kalesini bir daha asla onarılamayacak şekilde yıktı. Tüm badire ve komplolara rağmen sivil cumhurbaşkanı seçilmesi engellenemedi. Genel seçim sonuçları ise halkın demokrasiye ve hukuk devletine inancının simgesiydi.

Haziran 2007’de başlayan Ergenekon soruşturması ile birlikte Türkiye karanlığın gerçek yüzüyle yüzleşme şansını yakaladı. Ancak bu süreçle birlikte köşeye sıkışan derin çevreler de şiddet çıtasını yükseltti. PKK’ya biçilen rol ise daha da derinleştirildi. Terör; soruşturma ve kovuşturmanın her kritik evresinde inisiyatif almaya çalıştı. Yeni cunta hücreleri faaliyete geçti. 2009 tarihli ‘İrtica ile Mücadele’, ‘Kafes’ gibi darbe planları cunta yapılanmalarının aktif olduğunu gösterdi. Diğer taraftan PKK ile mücadelede bir zaaf oluşturulduğu tezi işlenmeye çalışıldı. Ergenekon sürecinde PKK’nın derin bağlantılarının deşifre olması ve cunta yapılanmalarının yargı önüne çıkması karşısında farklı senaryolar gündeme getirildi. Bu çaba hâlâ devam ediyor. Ergenekon sanıklarına destek veren Cumhuriyet Halk Partisi İzmir Milletvekili Selçuk Ayhan geçen hafta İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın cevaplaması talebiyle TBMM Başkanlığı’na soru önergesi verdi. Ayhan şunları soruyordu: “Ergenekon ve Balyoz davaları iddianamelerinde yer alan iddialar kapsamında, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne mensup subayların gözaltına alınması ve yaşanan sürecin, terörle mücadele azim ve kararlılığı noktasında, psikolojik olarak zarar verdiği ve zaafa uğrattığı iddiaları doğru mudur?”

PKK Mekap ayakkabısıyla özdeşleşmiş bir örgüt. Ancak, son yıllardaki görünümüyle diyebiliriz ki karşımızda artık ‘postallı PKK’ var. Örgütün son yıllara damgasını vuran eylemlerindeki istihbarat zaaflarını, zamanlamayı, hedefleri, askerin eksikliklerini başka türlü anlamlandırmak mümkün değil. Sivil irade, sipariş PKK eylemleriyle cendereye alınmaya çalışılıyor.

Son dönemde moda bir deyim var. “Demokratik açılım terörü azdırdı” deniyor. Bu söylemin demokrasi ve hukuk devleti karşıtlarının diline pelesenk olması eylemlerin perde arkasına da işaret ediyor. PKK terör örgütü de bu iddiada bulunanları mahcup etmemek için çırpınıyor âdeta. Üstelik müthiş bir zamanlama strateji ile. Eylemlerden bazıları da imece usulü! Birkaç örnek verelim: Sınır ötesi operasyon tezkeresinin Meclis gündemine geldiği 2007’de Beşağaç, Şırnak ve Dağlıca saldırıları arka arkaya geldi, bir ayda 40 şehit verildi. Mayıs 2007’de “367 kararı”na takılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapıldığı hafta Ankara Ulus’ta patlama, Temmuz 2008’de AK Parti kapatma davasının Anayasa Mahkemesi’nde görüşüldüğü hafta Güngören saldırısı (saldırıdan iki gün önce Ergenekon iddianamesi mahkeme tarafından kabul edildi), Ekim 2008’de Cumhurbaşkanlığı referandumunun yapıldığı gün Aktütün baskını (aynı hafta süresi biten tezkerenin bir yıl uzatılması Meclis gündemindeydi, Ergenekon davasının ilk duruşması 20 Ekim’de yapıldı), Nisan 2009’da Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un boş LAW silahı ile kameraların karşısına çıktığı gün Lice’de mayınlı saldırı, Mayıs 2009’da demokratik açılımın başladığı ve mayın temizleme yasa tasarısının Meclis’e geldiği gün Çukurca mayını, Aralık 2009’da DTP kapatma davasının görülmeye başlanmasından bir gün önce Reşadiye pususu… Ve en son yapılmaya çalışılan Anayasa reformu ile birlikte peş peşe gelen saldırılar…

PKK, Başbakan Erdoğan’ın deyimiyle taşeron rolünü sahiplenmiş durumda. Ancak bu taşeronluk dış bağlantılı olduğu kadar iç bağlantılara da sahip. Zira eylemleriyle tam da içerideki cuntacıların istediği ortamı hazırlıyor. Dış politikadaki ‘eksen kayması’ hesaplarının iç politikadaki eksen kayması ile de doğrudan bağlantısı var. Demokratik açılım başladığından beri terör daha da azmış durumda, açılımı engellemek ve süreci tıkamak için. Çünkü her demokratik hamle örgütün elini biraz daha zayıflatıyor. Ve bugün her zamankinden daha fazla açılım ihtiyacı var. Geri dönüş; demokrasi, hukuk devleti ve sivil irade adına Türkiye’nin siyasi intiharı olur.


Kaynak: Aksiyon

Kategoriler

"Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir... Türk milleti milli birlik ve beraberlik içerisinde güçlükleri yenmesini bilmiştir… Türk milletinin tarihi bir niteliği de güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır..."
Mustafa Kemal ATATÜRK