30 Haziran 2010 Çarşamba

Atatürk'le İlgili Bilinmeyenler

Alman tarihçi Klaus Kreiser'in yazdığı "Atatürk" adlı biyografi, Atatürk'le ilgili bilinmeyenleri ortaya koyuyor...

Kreiser, bu farklı çalışmasında Atatürk'ü zamansal ve mekânsal bir bağlam içine oturtarak daha önceki Atatürk biyografilerinin önüne geçiyor.

Meraklıları için, okunacaklar listesinde ilk sıraya konulması gereken kitapta, Atatürk'le ilgili az bilinen veya hiç bilinmeyen detaylara da yer veriliyor.

İşte "Atatürk" kitabından o detayların bir bölümü:

KEMAL NEDEN KAMAL OLDU?
Cumhurbaşkanı, kendisine Atatürk soyadının verilmesinin ardından giderek artan bir yoğunlukla dilbilimsel buluşlarla uğraştı. Örneğin okul günlerinde edindiği addan pek memnun olmadığından Kemal'in Kamal'a çevrilmesini emretti. Eski Türk dillerinde 'kamal' sözcüğü 'kale' veya 'kuşatma' ve 'kaya' anlamında karşımıza çıkıyor. Kamal'ın büyük ünlü uyumuna uygun oluşunun yanı sıra bu manalar da Atatürk'ü yeni ad olarak onu seçmeye teşvik etmiş olabilir. Böylece Osmanlı olan her şeyden uzaklaşmanın bir işareti daha verilmiştir ki, buna Namık Kemal gibi ilerici bir vatansever de dahildir. Partinin ideologları da, hemen hareketi Kamalizm şeklinde adlandırmaya girişmişlerdir.

ASKERİ RÜŞDİYE'DE HANGİ DERSTEN TAM PUAN ALAMADI?


Askeri arşiv, Mustafa Kemal'in Askeri Rüşdiye'nin dördüncü ve son sınıfında elde ettiği puanlara göre aldığı notları bir liste halinde muhafaza etmiştir: Son sınıfta bütün derslerde en yüksek notu (45 ya da 20 puan) almıştı; tek bir istisnayla: "İslam Tarihi" dersinde 45'e ulaşmasına iki puan kalmıştır. Bu talebenin 1922 yılında "Saltanat ve Hilafet" konularında Meclis'teki milletvekillerine bir saatlik bir tarih dersi vereceğini o günlerde kim bilebilirdi?

İKİ KURUŞA BİR MAŞRAPA İÇKİ
Mustafa Kemal Manastır'daki yıllarının karanlık bir yanını sonradan Hasan Reşit'e (Tankut, 1891 – 1980) şu sözlerle anlatmıştır:

"Küçük yaşta öksüz kaldım. Güçbela okudum. Daha çocukken içkiye dadandık. Fakat o zamanlarda da ben çok içmedim. Devamlı içtim... Yatılı askeri okula verdiler. Annem bana günde iki kuruş gönderirdi. Okulun kapıcısı borazan çavuşluğundan emekli bir hoca idi. Bu iki kuruşu ona verirdim. Kırk parasını o alır, kırk parasıyla teneke bir maşrapa içinde içki getirirdi."

İddiaya göre öğretmenleri durumdan haberdardı. Ona ceza vermeyi düşünmediler ama mezun ederken, içki içtiğini ve bunu kimden tedarik ettiğini bildiklerini, Harp Okulu'nda buna fırsat bulamayacağını ve bu alışkanlığından vazgeçmesinin iyi olacağını söylediler.

FRANSIZCA'SINI NASIL DÜZELTTİ?
Mustafa Kemal daha Selanik'teyken çok parlak olmasa bile çalışkan bir Fransızca öğrencisiydi fakat telaffuzla hep problemi vardı. İstanbul'un cemiyet hayatına geç adım atışı yüzünden belli yerlerde "o" harfinin yerine "u" koyan Rumeli ağzından tam olarak kurtulamamıştı. Arapça imlâda o/u/ö/ü harfleri arasında ayrım yapılmazdı; bu nedenle Türkçe'nin Latin harfleriyle yazımına geçildikten sonra bir notta "okudum" yerine "Ukudum" yazdığını da görürüz.

Selanik'teki tatil günlerini Lazaristler'in College des Freres de la Salle isimli okulunda Fransızca'sını düzeltmeye çalışarak geçiriyordu. Lazaristler aslen Ortodoks Bulgarlar arasında Katolik Kilisesi'ne, "kurtarılmış ruh" kazanmayı görev edinmiş misyoner bir mezheptir. Mustafa Kemal'in tatillerinde gönüllü olarak bu okula gidip ders çalışması hiç de alışılagelmiş bir davranış biçimi değildir.

GENÇ SUBAYLARIN ELİNDEN DÜŞÜRMEDİĞİ KİTAP
Harbiye'de Almanca dersini askerî öğrencilerin pek sevdiği Tahir Bey okuturdu. Goltz'un Das Volk in Waffen. Ein Buch über Heerwesen und Kriegsführung in unserer Zeit (1883 – Silah Altındaki Millet. Ordu ve Savaş Yönetimi Üzerine Bir Kitap) adlı kitabını yayımlandıktan hemen bir yıl sonra Türkçe'ye tercüme etmişti (Millet-i Müsellaha). Genç subaylar milleti tekrar yükseltme mücadelelerinde feyzaldıkları kitabı ellerinden düşürmüyor, onu bir Kuran gibi hatmediyorlardı. İsmet Paşa (İnönü) Edirne'de konuşlandığı dönemde eserin tercümesinden faydalanarak Almanca bilgisini geliştirmiştir. Kitabın etkisi Cumhuriyet döneminde de uzun süre devam etti. 1930 yılında basılan ve ileride ele alacağımız "Yurttaşlık Bilgisi" kitabı, Millet-i Müselleha'dan geniş alıntılar içerir.

Akaid-i Diniye ve İlm-i Ahlâk dersleri Harbiye'de başlangıçta yoktur ama 1900'den itibaren müfredatın ayrılmaz parçası haline gelirler. Askeri talebeler günde beş vakit namaz farzına mutlaka uymak mecburiyetindeydi. Padişah Ramazan'da talebelere bir iftar yemeği verirdi; bu yemekle beraber "diş kirası" olarak bir altın gelirdi.

"EĞER ŞİİRE VE RESME EMEK VERSEYDİM..."
Bir Büyükada gezisinde arkadaşı Ali Fuad'a şöyle der:

"Fuat," dedi. "Emin ol riyaziyeye verdiğim emek kadar şiire ve resme emek verseydim, beni Mekteb-i Harbiye'nin dört duvarı arasında kapanmış bulmazdın. Mehtaplı gecelerde mektepten kaçar, buralara gelirdim. Şiir yazardım, sabahın ilk ışıkları ile de resme başlardım."

Ancak onu bu yüzden içli bir genç adam olarak tahayyül etmek doğru olmaz. Kendi neslinin hemen hemen bütün üyeleri gibi o da ilkbahara, aşka ve vapur gezilerine bir heyecan duyuyordu. Okulun avlusundaki veya arkadaşlarının müdavimi olduğu "Deutsche Bierhalle von Zowwe" (Alman Birahanesi, Posta Caddesi, no 10) meyhanesindeki sohbetlerde Napolyon'un seferleriyle Prusya'nın dünya sahnesine çıkışından edebiyat dergisi Servet-i Fünun'un son sayılarına zahmetsizce geçilirdi. Bu çevrede şiir yazmayana tuhaf gözle bakılırdı. Arkadaş çevresinde o yıllarda hangi kitapların okunduğunu bilmek daha aydınlatıcı olurdu kuşkusuz. Ama bildiğimiz bir şey daha var: Konular daha çok kahvehane muhabbetiyle yatakhane fısıldaşması düzeyinde, ağızdan ağza dolaşıyor, gençlere ancak bölük pörçük ve çoğu kez eksik bilgi kırıntıları ulaşıyordu. (Kurtuluş Savaşı yıllarında "Kuvvetler Ayrımı" üzerine bir konuşmasında Rousseau ve Montesquieu'nün adlarını karıştırdığını hatırlatalım!) Mustafa Kemal, Harp Okulu'nun üçüncü ve son sınıfını parlak bir sekizincilikle bitirdi ve 1902'de Erkân-ı Harbiye eğitimine hak kazandı. Artık yılda sadece kırk mezun veren Harp Akademisi'ndeydi.

HİÇ UÇAĞA BİNMEDİ!
Mustafa Kemal 1910 yılında Fransız güz tatbikatlarının gözlemcisi olarak Picardie'ye gönderildi... Büyük çaplı ilk Türk tatbikatı ise –Picardie'deki gibi 60 bin askerle- Mustafa Kemal'in vatanına dönüşünden hemen sonra Trakya'nın doğusundaki Lüleburgaz'da düzenlendi. Tatbikatın daha ilk gününden iki katlı bir uçak, alçak irtifada neredeyse trajediyle nihayet bulacak bir kaza atlattı. İki kişilik mürettebat yaralanmadan indi. Muhtemelen Mustafa Kemal kazanın tanığı olmuştu, çünkü sonradan trajedinin kıyısından dönülen bu olayın üzerinde bıraktığı etkiden söz eder. Atatürk havacılığın ateşli bir teşvikçisi olsa da kendisi hiçbir zaman uçağa binmemiş ve yılmadan tren, gemi ve otomobille seyahati tercih etmiştir. 1918'den sonra hiç yurtdışına seyahat etmediğinden kimse uçuş korkusunun farkına varmamıştır.

KAHRAMANLAR KİTABINA İLGİ...
Fransızca'yı hafif romanlar (mesela Alphonse Daudet) ve metrelerce tarih kitabı okuyacak kadar biliyordu. Paris'ten büyükçe bir kitap paketiyle döndüğünü tahmin edebiliriz. Her halükârda kütüphanesinde, pek çoğu başka dillerden tercüme edilmiş kayda değer sayıda Fransızca eser vardır. Muhtemelen çok erken bir tarihte Thomas Carlyle'ın Odin, Hz. Muhammed ve Dante'den Cromwell ve Napolyon'a uzanan Kahtamanlar (orijinali 1841) kitabını edinmişti. CArlyle'ın kitapları o yıllarda milliyetçilik fırtınası yaişayan Avrupa'da büyük bir okur kitlesi bulmuştu, dünya tarihini büyük adamların yaşam öyküleri silsilesi halinde sunuşu yalnız Türkiyeli okurları etkilemiyordu. Mustafa Kemal'in elindeki nüshanın altı çizili satırlar ve sayfa kenarlarına işlenmiş notlarla dolu olduğunu biliyoruz.

BATI MÜZİĞİNİ GERÇEKTEN SEVER MİYDİ?
Sofya, 1907 yılından beri (1914 Ocak'ta ataşemiliterliğine atanmıştı) 1000'den fazla seyirci kapasiteli şaşaalı bir operaya sahipti. Mustafa Kemal orada bugün hâlâ Bulgar müzikseverlerin iyi tanıdığı starlardan Hristina Morfova ve Stefan Makedonski'nin rol aldığı bir Carmen gösterisi izlemiştir. Cumhurbaşkanlığı zamanında 1930'lu yıllarda Sofya Tiyatrosu'nu İstanbul ve Ankara'ya davet ederek bir iade-i ziyaret imkânı yaratacaktı. Fakat Batı müziğini hakikaten çok iyi tanıyan ve seven birine dönüşmediğini eklemeliyiz. Sf 93

BULGAR GİZLİ SERVİSLERİ ONU İZLEDİ
Mustafa Kemal Sofya'da Ataşemiliter olarak görev yaparken Bulgar "servisleri"nce belli etmeden izlendiğini şüphesiz biliyordu. Sadece bu nedenle bile olsa Sofya sosyetesinde "Miti" adıyla şöhret yapmış cazibeli Dimitrina Kovaçeva'yla romantik bir aşk yaşadığı yolundaki hikâyelere pek itibar etmemek gerekir. Genç kadına kur yapmış olabilir ama evlenme teklif etmiş olması ihtimal dışıdır. Bunun için aklını kaybetmesi gerekirdi. Miti'nin babası General Kovaçev, Bulgaristan'ın Harbiye Nazırı'ydı. Ve Türk yarbay haklı olarak Bulgarlar'ın kaybettikleri İkinci Balkan Savaşı'ndan sonra Osmanlı'dan intikam yemini ettiğini düşünüyordu. Kovaçev'in askerlerinin Balkan Savaşı'nda ilerleyen Yunan ordusundan köşe bucak kaçmış olması da onun böyle bir yakınlaşmaya sıcak bakmamasının bahanesi değil, nedeni olabilirdi ancak.

Mustafa Kemal'in emin olduğumuz bir ilişkisi vardır ki, onunla 1909'da İstanbul'da tanışmış, Sofya'da ve cephe görevlerinde 1917'ye kadar mektuplaşmıştır. Madame Corinne Lütfü, Birinci Balkan Savaşı'nda şehit olan bir silah arkadaşının dul karısı ve aslen Cenovalı olup dragomanlar ve hekimler çıkartmış Levanten bir ailenin kızıydı.

PADİŞAH VAHİDEDDİN'İN KIZIYLA EVLENECEK MİYDİ?
Mustafa Kemal 1918'de VI. Mehmed Vahideddin'e yaverlik ederken Padişah'ın üç kızından biri olan Sabiha (1894-1969) ile evlenmesinin teklif edildiği söylenir. Bir anlatıma göre, bu lütfa mazhar olan Mustafa Kemal en yakın arkadaşlarına danıştıktan sonra teklifi reddetmiştir. Hikâyenin akla yatkın olması, doğruluğuna kanıt değildir. Enver Paşa örneği, Komite liderlerini Osmanoğullarıyla akraba yapma çabalarının var olduğuna kanıttır gerçi. Hikâye aslında Cumhuriyet'ten sonra doğmuş, siyaseten uyanmış fakat kararsız bir sınıfın özlemlerini yansıtır. Bu sınıf eski hanedanla yeni Cumhuriyet Önderi'ne sadakat arasında gidip geliyordu ve aktarılan bu öykünün Osmanlı sadrazamlarının padişah kızlarıyla girdiği sayısız ilişkiye benzediğini görünüşe bakılırsa tamamen unutmuştu.

ASKERİ HİYERARŞİYE UYAR MIYDI?
Mustafa Kemal 1915 Ocakı'nda Harbiye Nazırı Vekili Talat Paşa'dan (1874-1921) Gelibolu'dan dört – beş gün uzaklıktaki Tekirdağ mıntıkasında 19. Fırka'nın komutasını üstlenme emrini alır. Çanakkale Boğazı'nın savunmasında en yüksek komuta mevkiinde Almanya'da General, Türkiye'de Mareşal Otto Liman von Sanders (Liman Paşa) vardır. Yeni kurulan 5. Ordu Liman Paşa'nın emrine verilmiştir. Mustafa Kemal'in doğrudan komutanı ise on yıl öncesinde Harbiye'nin başında bulunan Esad Paşa'ydı. Fakat askeri hiyerarşiye harfiyen uymak Mustafa Kemal'e göre değildir; kimi zaman Liman von Sanders'le Esad Paşa'yı atlayarak haberleştirği gibi, bazı hallerde de Liman'ı es geçerek doğrudan Başkumandan vekili Enver'le irtibata geçtiği görülmüştür (silahlı kuvvetler resmen padişaha bağlıydı).

ARIBURNU'NDA BİR ASKERİN CEBİNDEN ÇIKAN NOT
Şehit olan askerlerden birinin cebinde bulunan bir kağıda göre Mustafa Kemal'in emri şöyleydi: "Aramızda, Balkan Harbi zilletinin tekerrüründense ölmeyi tercih etmeyecek birisinin bulunacağına ihtimal vermek istemiyorum. Lâkin aramızda böyle adamlar varsa onları behemehal tutup kurşuna dizmelidir."

CORINNE'E YAZDIĞI MEKTUPTA YER ALMAYAN SATIRLAR...
Mustafa Kemal savaşa mola verildiği 20 Temmuz 1915 günü, çoktan şık kıyafetlerini Kızılhaç'ın hemşire önlüğüyle değiştirmiş olan Madame Corinne'e Türk alaylarının muharebe gücü hakkındaki görüşlerini yazar. Corinne ile mektuplaşmasının Türkçe baskısında aşağıdaki satırlara yer verilmemiştir. Onları Mustafa Kemal'in el yazısından, yani mektubun tıpkı basımından okuyalım:

"...Görüyorsunuz Madame, insan huzursuz ve kanlı bir hayata alışınca cennetle cehennemden söz açacak ve hatta Rabbını eleştirecek vakti bile buluyor. Madame, beni Rabbımızı eleştirerek günah işlemekten alıkoyacak kadar merhametliyseniz muharebeler arasındaki boş zamanları geçirecek başka bir meşgale tavsiye edin. Mantıklı tavsiyeleriniz gelene kadar kendimi romanlara hasretmeye karar verdim..."

"VİLLA YAPTIRACAĞINA YOL YAPTIRSAYDI"
Mustafa Kemal, Anzak saldırısının geri püskürtülmesinde oynadığı role Alman komutanların yeterince değer vermediğini düşünüyordu ve bu Liman'la (von Sanders) ilişkisinin daha da bozulmasına yol açtı. Türk tarih kitaplarına geçmiş bir hadiseye göre Mustafa Kemal bir şarapnel parçasının cebindeki köstekli saate isabet etmesi sayesinde ölümden kurtulmuştur. Daha sonra bu cep saatini Liman von Sanders'e hediye eder, Alman komutan da armalı bir köstekli saatle mukabelede bulunur. Ama bu dostane alışveriş ilişkiyi tamir etmeye yetmeyecekti.

Mustafa Kemal 30 Kasım'da Çanakkale cephesinden azlini istemeye karar verdi. Hemen akabinde Liman Paşa'nın bir eleştirisi görünüşe göre bardağı taşıran son damla olmuştur: Alman komutan Anafartalar Grubu'nun ana karargâhını gezerken ikmal yollarının kötü durumundan yakınır ve "Kemal Bey villa yerine yol yaptırsaydı daha iyi ederdi" cümlesini sarf eder. "Villa" dediği, toprağın içine kazılmış büyük bir siperliktir; ahşap dikmelerle ve taşlarla takviye edilmiştir. Bunun gereksiz bir lüks olduğu iddiası herhalde mesnetsizdi, nihayet İzzeddin (Çalışlar) anılarında tek bir günde 190 kişinin buz gibi rüzgâra maruz kalıp öldüğünü anlatır.

BİLİNMEYEN KARLSBAD GÜNLÜKLERİ
Mustafa Kemal 1918 yılının baharında üç cephede geçirdiği uzun yılların ardından nihayet ihtiyacı olan izni alarak Viyana'daki bir mütehassısa muayene ve ardından nekahet için kaplıcalara gitme imkânı bulur... Hasta, semptomlarının tedavisinden sonra şifalı sularının özellikle böbrek hastalarına iyi geldiği söylenen Karlsbad'a gönderildi.

Mustafa Kemal, Karlsbad günlerinde bir akşam yemeğinden sonra kendi vatandaşlarından oluşan topluluğa yaptığı açıklamalar sayfalar dolusu notlarla belgelenmiştir. Konuşmanın çıkış noktası yandaki dans salonunda smokinli erkeklerle Fourstep dansı yapan "gayet zarif, lâtif birkaç genç kadın"ın seyri idi.

"Benim elime büyük selahiyet ve kudret geçerse, ben toplumsal hayatımızda arzu edilen inkılâbı bir anda bir 'coup' ile tatbik edeceğimi zannederim. Zira ben bazıları gibi kamuoyunu, din adamlarını yavaş yavaş benin planlarım derecesinde tasavvur ve tefekkür etmeye alıştırmak suretiyle bu işin yapılacağını kabul etmiyor ve böyle harekete karşı ruhum isyan ediyor. Neden ben bu kadar senelik yüksek eğitim gördükten, uygar yaşamı ve toplumu inceledikten ve hayatımı ve zamanımı özgürlüğü öğrenmeye harcadıktan sonra avam mertebesine ineyim. Onları kendi mertebeme çıkarayım, ben onlar gibi değil, onlar benim gibi olsunlar..."

Kadınların örtünmesi, eğitim, çok eşlilik ve bu bağlamlarda iki cins arasındaki eşitsizlik gibi konular üzerine kapsamlı izahatlar takip eder bu konuşmayı.

"Mesela bizde, iffet ve ismet pek büyük ve sıkı kuyudata tabidir. Bir Avrupalı bu kuyudu tanımıyor (...) Onlar bizim nazarımızda tamamen ahlâksız, onlar nazarında biz tamamen vahşi. (...) Velhasıl netice: Bu kadın meselesinde cesur olalım. Vesveseyi bırakalım. Açılsınlar, onların dimağlarını ciddi ilim ve fen bilimleri ile tezyin edelim. İffeti, sağlıklı olarak izah edelim.

ABD APO'yu Niye Teslim Etti?

1999’da Öcalan Kenya’da alınıp paketlendi ve Türkiye’ye teslim edildi. Özel kuvvetler yakaladı ve getirdi havası verildi kamuoyuna. Dibindeki K. Irak’ta iken bir şey yapamayan, Karakollarına yüzlerce teröristle defalarca baskın yiyen ve gerekli istihbaratı edinemeyen bir gücün bu işi sahiplenmesine ancak tebessüm edilir. Apo’nun yakalanmasının kazancı Ecevit’in hanesine yazıldı. Hemen ardından gidilen seçimde APO rüzgarını arkasına alan DSP ve MHP yüksek oylar alarak koalisyon hükümeti kurdular. Herkes APO’nun asılmasını beklerken MHP’li hükümet idam cezasını kaldırdı. APO’yu bize teslim edenler onu cezaevinde, kendileri namına beslememizi istediler. Millet APO yakalandığı için terörün biteceğini zannediyordu; ama bitmedi. Rahmetli Ecevit bile “Apoyu bize niye teslim ettiler ki” diye sorgulamıştı.

Peki, stratejik ortağımız(!), dostumuz(!), son zamanlarda anlık istihbarat paylaşımı yaptığımız ABD ve İsrail ellerinde büyüttükleri bir örgütün liderini neden ve niçin Türkiye’ye teslim etmişlerdi?

Bu haraketle ne ummaktaydılar, neler planlamaktaydılar?

Türkiye Anglo-Yahudi ittifakının vesayetinde bir ülkedir. 1980 öncesi sağ-sol çatışmaları nasıl ABD’nin oluşturduğu, beslediği, ihtilalle noktaladığı birşeyse; hiç şüpheniz olmasın ki PKK terörü de bunların peydahlamasıdır. PKK’nın bu güçler tarafından oluşturulup büyütülmesi, Kürtlerin mağdur edildiği, bazı haklarının verilmediği, derin baskılara maruz kaldığı gerçeğini değiştirmiyor. Bilakis Anglo-Yahudi ittifakı devletin imkan ve kabiliyetlerini de Kürt sorununu büyütmek için kullanmasını bilmiştir. 1990’lı yıllarda bu güçler bir taraftan Kürtlere militer güçler ve karanlık eller üzerinden baskı yaparken, öte taraftan Çekiç güç üzerinden PKK’ya silah, eğitim, bilgi, vs desteği vermiş; Kürtçülüğü köpürtmüştür.

Ne oldu da ABD-İsrail, APO’yu paketleyip Türkiye’ye teslim etti? Ne değişti de PKK’yı terör örgütü ilan ettiler?

APO’nun Türkiye’ye teslimi, bir strateji değişikliği idi; Kürt sorununda başka bir safhaya geçişti. Ayrılıkçı terör ve şiddet fonksiyonunu yerine getirmişti; bundan sonra konunun daha öteye taşınmasına ihtiyaç vardı. BOP çerçevesinde terör ve şiddetle ayrılıkçı fikirler ve husumet gerektiği kadar kabartılmıştı. Dünyaya, Kürtlerle Türkler arasında bir “problem”, bir “savaş” olduğu fikri kabul ettirilmişti. Bundan sonra terör ve örgüt, sadece caydırıcılık açısından gerekliydi. Artık bir “toplumsal dönüşüme”, “ayrılıkçı”, “uzlaşmaz”, “şoven” bir nesil yetiştirilmesine ve Kürt meselesinin kurumsallaştırılmasına, toplumsal taban oluşturulmasına ihtiyaç vardı.

İşte bu noktada “KCK“ denilen, örgütün şehir yapılanması devreye sokuldu. Dağlardaki misyon başarıyla tamamlanmış, sıra Kürtlerin toplumun diğer kesimlerinden koparılmasına, ayrıştırılmasına ve devletleştirilmesine gelmişti. 1990’lı yıllar boyunca örgütü Türkiye’nin başına bela eden, dünyada tanıtan, uluslararası destek veren batı ve Anglo-Yahudiler APO’nun teslimiyle “Kürtlerin toplumsal ve siyasi dönüşümü” projesini başlattı. Bunun için ayrılıkçı Kürtçü hareketi yeniden yapılandırdılar; şehirlerde örgütlediler, dernekler, vakıflar, lokaller, eğitim birimleri, sosyal faaliyet çalışmaları başlattılar. Kadınlara, gençlere, meslek guruplarına el attılar. Sendikalar, meslek örgütlenmeleri kurdurttular ve bunların organizasyonunda know-how verdiler, yol gösterdiler.

Kürt sorununda bir ileri safhaya geçilmişti; ağırlık şehir yapılanmalarına verilecekti. Dostlarımız(!)Apo’yu paketleyip teslim ettiler; ama bazı şartları da dayattılar.

Neydi o şartlar?

APO asılmayacaktı ve avukatları üzerinden örgütü yönlendirmesine müsade edilecekti. APO hükümete teslim edilmiş gibi görünüyorsa da, gerçekte Anglo-Yahudi İttifakının çok etkin olduğu bir kuruma teslim edilmişti. Dün derinler ve onların dış müzahirleri adına dağlarda kullanılan Apo, bu defa lüks cezaevinden kullanılacak ve konuşturulacaktı. Zavallı kamuoyu kendisini bir süreliğine de olsa iyi hissedecekti. Kürtlerin dönüştürülmesi için silahlı çatışmalar azaltılacak, terör stabil hale getirilecekti. Bu arada örgütün şehir yapılanması tamamlanacak, hücreler oluşturulacak, eğitim faaliyetlerine, sosyal faaliyetlere hız verilecekti. Türk toplumundan kopuk militan, aykırı, şöven nesiller yetiştirilmesi için zaman kazanılacaktı.

2000’ler Kürtleri dönüştürmenin, sosyolojik olarak toplumdan koparmanın, militanlaştırmanın, protestleştirmenin yılları oldu. Devlet ve hükümetler rehavet içinde iken, dostlarımız(!) şehir yapılanmaları üzerinden Kürtçüleri örgütlediler, sivil-siyasi altyapıyı güçlendirdiler. 1990’larda Kürtlerin kitlesel desteğine sahip olamayan; dinsiz, Marksist bir örgüt olarak görülen PKK ve onun siyasi partileri bölgede etkin olmaya, belediyeler almaya başladı. Öyleki, son yerel seçimlerde bölgedeki belediyelerin çoğunu, yüksek oylarla almayı başardı. Dağlarda aranan PKK şehirlere yerleşmiş, tezgahını kurmuş ve hedefine ulaşmıştı. Halk içinde örgütlenen bu yeni yapı belediye başkanları atıyor, yardım sandıkları kuruyor, halkı mahkemelerde yargılıyor ve toplum üzerinde siyasi bir aktör haline geliyordu. Apo’nun teslim edilmesi dağlardan şehirlere inmenin, toplumsal örgütlenmenin, devlete ve dünyaya siyasi bir muhatap haline gelmenin taktiğiydi. Ve bunda epeyce başarılı oldular. Terör örgütünü “sakıncalı” listesine alan batıyı, ABD’yi bize yardımcı oluyor zannettik. Oysa terör örgütünün modası geçmiş, fonksiyonu bitmişti. Anglo-Yahudi ittifakı biz dağlara bakarken, dağlardan çok daha tehlikeli, şehirleri kilitleyebilen, insanlar üzerinde tahakküm kuran, sandıklara müdahale eden, siyasi hareketlere hükmeden yeni bir yapı kurdular.

Peki Anglo-Yahudi ittifakının bundan sonraki adımı nedir?

Bundan sonraki adım, ayrılıkçı Kürt hareketine, dünya kamuoyunda meşruiyet kazandırmak, Kürtlerle Türklerin birlikte olamayacağına ikna edecek tablolar oluşturmak, kurumsal altyapılar kurmak ve dönüştürülen Kürtleri Türkiye’den koparmaktır. Başarabilirlerse daha sonra, sıkışan-yalnızlaşan İsrail’e sadık bir müttefik olacak “Büyük Kürdistanı” kurmak. Kürtlerin büyük çoğunluğunun “biz ayrılmak istemiyoruz!” demesi çok şey ifade etmez. Öyle olaylar kurgularlar ve bu olayları dünyaya öyle sunarlar ki, bir oldu bitti ile karşı karşıya bırakırlar. Ne Kürtler, ne Türkler istemediği halde, fiili bir durumla yüzyüze gelebiliriz. KCK denilen örgütün şu anda yaptığı sonraki safhalara Kürtleri ve toplumu hazırlamaktır.

“Bölünme” işinde sanıldığının aksine kullanılacaklar Kürtlerden öte Türkler ve Türkçülerdir. Kürtçülere, KCK’ya tahrik edici, sabırları zorlayıcı eylemler yaptırabilirler; ama dünya kamuoyuna “birlikteliğin yürütülemeyeceği”ne yönelik malzemeyi verecek olan Türkçülerdir; ulusalcı milliyetçilerin yapacağı taşkınlıklardır, sert söylemlerdir.

Şu anda PKK terör örgütü konjonktürel nedenlerle ve iç politika malzemesi olarak kullanılıyorsa da, büyük tehlike KCK ve şehir yapılanmasıdır; örgütün batı desteğinde yürüttüğü toplumsal-siyasal organizasyonlardır. Uzun vadeli tedbirler ve çözümler PKK’dan öte KCK’ya karşı düşünülmelidir. Artık militan üreten ocak, dağlar değil şehirlerdir; KCK’dır.

Bazı aydınlar ve liberaller KCK ile BDP’yi karıştırmakta ve KCK’ya yapılan operasyonları yanlış bulmakta, hatta PKK saldırılarının sebebi gibi sunmaktadırlar. KCK siyasi bir örgüt, yapılanma değildir; aksine BDP’nin demokratik, siyasal bir parti olmasını engellemektedir. KCK toplumu tehdit ve yıldırma ile baskı altına alan, insanların özgür iradelerini bloke eden, şehirleri dağlardaki silahlı örgütle tehdit eden, BDP’li belediye başkanlarına “emir eri” muamelesi yapan ve aşağılayan, cam çerçeve indirip kepenkleri kapattıran, belediye otobüslerine molotof atarak masum insanları yakan, insanları yargılayan ve cezalandıran, devlete parallel yapılandırılmış illegal bir örgüttür. Demokrasi adına bu örgütü savunmak gaflet değilse, hıyanettir.

ABD Apo’yu teslim etmiş, ama ayrılıkçı Kürtçü hareketi desteklemeye devam etmiştir. Örgütü hızla kurumlaşmaya ve devletleşmeye doğru götürmektedir. Bir fırsatımız olursa ABD Adana konsoloslarının bu işleri nasıl örgütlediklerini, her gelen Adana konsolosunun bu işe hasredildiğini, bölgeyi adım adım nasıl gezdiğini ve bizim istihbaratçıların nasıl armut topladıklarını sizlere anlatırız…

10 Haziran 2010 Perşembe

Hedef Erdoğansız AK Parti

İşte yeni iktidar projesi; Erdoğansız AK Parti veya zayıf bir koalisyon. Global oyunu bir de Şamil Tayyar'ın yorumuyla okuyun....Şamil Tayyar/Star

Oyunu bir de böyle okuyun

Gündemin göbeğindeki İsrail katliamı ve İskenderun baskınını konuşurken, dün İskenderun'dan Anadolu Katolik Kilisesi Episkoposu Luigi Padovese'nin öldürüldüğü haberi ulaştı.

Türkiye'nin yüreği ağzına geldi.

Neyse ki, ilk bilgiler, cinayetin siyasi amaçlı olmadığını gösteriyor. Yarın altından ne gibi hinlik çıkar bilinmez.

Olup bitenleri iyi anlamak, yılgınlığa düşmemek ve geleceğe ilişkin doğru projeksiyonlar yapabilmek için, ayrıntılarda boğulmadan fotoğrafın bütününü görmek, küresel oyunun bölgesel izdüşümünü iyi tahlil etmek durumundayız.

Defalarca yazdık, önce gelin hafızalarımızı tazeleyelim.

Çin'den Adriyatik Denizi'ne kadar uzanan ve dünya nüfusunun yüzde 75'inin yaşadığı geniş Avrasya coğrafyası, küresel oyunun merkezidir.

Tüm ülkelerin ürettiği Gayri Safi Milli Hasıla'nın yüzde 60'ı bu bölgeye ait. Bilinen enerji kaynaklarının dörtte üçü burada yer alıyor. ABD'den sonra en büyük 6 ekonomi ve en büyük 6 silah alıcısı ülke bu coğrafyanın birer parçası. Biri hariç dünyanın bilinen tüm nükleer gücüne sahip ülkeleri ve en fazla nüfusa sahip iki ülke yine bu bölgede...

Bir tarafta dünyanın patronu ABD ve İngiltere, İsrail gibi uzantıları, karşı cenahta dağınık dizilişte Fransa, Almanya, Çin, Hindistan ve Rusya var. Bu arada iktidar savaşını etkileme kabiliyetine sahip Türkiye, İran, Azerbaycan, Ukrayna ve Güney Kore gibi ülkeler sıralanıyor.

Daha ayrıntılı bilgiler için Brezinski'nin “Büyük Satranç Tahtası” isimli kitabından yararlanılabilir. Kaldı ki, bu kitap konuya ilgililerin yalayıp yuttuğu bir çalışmadır.

Türkiye'nin rolü

Türkiye, bu oyunda taraflar arasında tercih kullanmak yerine, jeostratejik aktör olarak konuşlanmak istiyor. Hiçbir ilişkiyi, diğer ilişkinin alternatifi olarak görmek, yerine ikame etmek niyetinde değildir.

Bu bağlamda, ABD ile model ortaklık sürdürülürken, Rusya ve diğer ülkelerle güçlü bağlar kuruluyor. Sözgelimi, Rusya, ilk kez kendi toprakları dışında Türkiye'de nükleer santral kuracak. Sorun çıkmazsa, Mavi Akım hattına paralel Karadeniz'de yeni bir doğal gaz hattı çekilecek, Sibirya petrolü Samsun üzerinden Ceyhan'a oradan İsrail ve Hindistan-Singapur ötesine kadar taşınabilecek. Hazar petrolünün yanı sıra Irak petrolü Ceyhan üzerinden pazarlanacak.

Bu bağlantılar, Rusya'dan Hindistan ve Çin'e kadar uzanan geniş coğrafyada Türkiye'nin göreceli ağırlığını arttırıyor.

Avrupa'nın göbeğine kadar doğal gaz götürülmesini öngören Nabucco Projesi ise Fransa ve Almanya'yı kapsayan Avrupa'da tüm sıkıntılara rağmen yeni bir ittifakın doğmasını tetikleyebilir. Projenin daha verimli hale gel
mesi, İran'ın da devreye girmesini zorunlu kılıyor. Nabucco, Erzurum'daki Türkiye-İran doğal gaz hattı ve yapımı planlanan Trans-Kafkas gaz hattıyla bağlanabilirse, kapsamı daha da genişleyecek.

ABD ve İsrail, nükleer bahaneyle İran üzerinde yaptırım uygulanmasını sağlayarak oyun dışına itmeye çalışıyor. Türkiye'nin Brezilya ile birlikte İran'ı nükleer takas anlaşmasına ikna etmesi, ABD ve İsrail'in planını bozdu.

İran kadar Irak'ın pozisyonu da bu denklemde önemli bir yer tutuyor. Irak petrolünün üzerine oturan ABD sözünde durursa, 2011 sonuna kadar Irak'tan çekilecek. Giderken, işgalin asli gerekçesi olan petrol menfaatine halel gelmemesi için bölgede istikrarın tesis edilmesini istiyor.

Bölgesel istikrarın sağlanması, büyük ölçüde küresel oyuncular arasındaki enerji kaynaklarının paylaşım hesabıyla doğru orantılıdır. Türkiye, izlediği dış politikayla bu dengenin kurulmasına önemli katkı sağlayabilir. Böyle bir durumda, kandan beslenen İsrail'deki Netanyahu yönetimi ve PKK'ya ihtiyaç kalmaz.

Obama yönetimi, İsrail'deki Netanyahu yönetiminden pek memnun değil, ancak petrol/gaz/silah lobisinin, bu lobinin hayat verdiği Neoconlar ile Musevi sermayesinin etkisinden tümüyle sıyrılamıyor.

Irak'ın işgalinden sonra sadece ABD'deki 29 petrol firmasının 2003 yılında 43 milyar dolar, 2004 yılında 68 milyar dolar kar elde ettiği dikkate alınırsa, oyunun çap büyüklüğü hakkında kısa bir bilgi verebilir.

Eylem planının ilanı

Obama, Bush ailesini avuçlarının içine alan güç odaklarına yenik düşerse, İsrail'le birlikte bölgeyi yaşanmaz hale getirebilir. Türkiye'yi de Global Ergenekon'un aktivistlerine teslim edene kadar provokatif eylemleri körükleyebilir.

İşte bu noktada öne çıkan iki adres; Biri MOSSAD diğeri PKK'dır. CIA de aynı havuzda değerlendirilebilir. Gazze katliamının yeri ve yöntemi, ayrıca eş zamanlı İskenderun baskını, tesadüf değildir.

İstihbarat birimlerine ulaşan bilgiler, ihbarlar, duyumlar, Türkiye'deki provokatif eylemlerin önümüzdeki dönemde şiddetlenerek artacağı yönündedir. Baş aktör ise PKK'dır.

BDP'li Emine Ayna'nın İskenderun baskınına ilişkin “Eylemden şunu okudum: Artık bu savaş sadece Kürdistan'da olmayacak” sözü, tahminden öte bilgidir. PKK'nın eylem stratejisinin ilanıdır.

Türkiye'yi küresel oyunun piyonu haline getirmek için yeni iktidar projesine önce CHP'de lider değişikliğiyle başlayanların nihai hedefi, Erdoğansız AK Parti veya zayıf bir koalisyondur.

Oyunu bir de böyle okuyun

3 Haziran 2010 Perşembe

Herkesin Kabul Ettiği Derin İlişki

PKK İsrail gizli servislerinin kontrolünde mi?PKK’yı Mossad mı yönetiyor? PKK’nın Türkiye’deki faaliyetleri Mossad tarafından mı planlanıyor?

MİT’in yeni başkanı Hakan Fidan’ın da, son güvenlik zirvesinden sonra bu konularla daha yakından ve yoğun olarak ilgilenmeye başlaması beklenebilir.

Çünkü eğer bu kuşkular ve iddialarda gerçeklik payı varsa, Türkiye terör konusunda başka bir olgu ile yüzyüze demektir.

Erdoğan, İsrail’in yardım gemilerine yaptığı saldırıyı “devlet terörü” olarak nitelemiştir.

Eğer Türkiye’deki PKK saldırılarının arkasında İsrail ve Mossad gizli servisi varsa, o zaman Türkiye, terör konusunda da başıboş gruplarla değil, organize bir “devlet terörü” ile yüzyüze demektir.

Bu durum, terörle mücadelenin çok daha düzenli, organize ve dikkatli yapılması gereğini de ortaya çıkarıyor.

Çünkü eğer terör örgütü Mossad tarafından istihbarata dayalı olarak yapılıyorsa, Türkiye’de güvenlik güçlerinin boşlukları çok daha uzun süreli ve çok daha hesaplı bir şekilde izleniyor ve değerlendiriliyor, demektir.

İskenderun’da donanma askerlerinin nöbet değişimi sırasında gerçekleşen roket saldırısı bu kuşkuyu güçlendirmiştir. Çünkü böyle bir saldırı, o noktadaki güvenlik açığının uzun zaman izlenmesi ve değerlendirilmesini gerektirecek kadar profesyonelcedir.

Bunun ötesinde önümüzde bir de Kuzey Irak olgusu var.

Kuzey Irak’ta halen Barzani kendi özerk bölgesini koruyacak bir “Kürt ordusu” kurmaya çalışıyor.

Bu ordunun danışmanlığını İsrail askeri uzmanların yaptığı bir sır değil.

Yani bazı üst düzey İsrailli kurmay subaylar Kürt ordusunun kurulmasını ve eğitimini yönlendiriyor, yönetiyor.

Bu durumda Kuzey Irak’ta, Barzani’nin bölgesinde askeri kamplarda bulunan PKK’lı militanların da bu İsrail uzmanların kapsama alanı içinde bulunduğunu görmek zor değil.

Buradaki soru şu: Bu İsrailli uzmanlar Barzani güçlerinin yanı sıra PKK’lılar ile ne kadar temastalar ve onları ne kadar yönlendiriyorlar.

Örneğin kurulmak istenen Kürt ordusu içinde, PKK’ya da ayrıca bir yer ve rol vermek planları var mı?

PKK İsrailli askeri uzmanlar tarafından ne kadar lojistik destek ve danışmanlık alıyor.

Yoksa genel yönetim tümüyle Mossad ve İsrail’e mi geçti?

Bu soruların yanıtları net değil.

Ancak Öcalan’ın PKK’ya “Ben devreden çıkıyorum, başınızın çaresi bakın, gücünüz yetiyorsa, savaşın” şeklindeki mesajının biraz da PKK’yı artık yönlendirememek çaresizliğinden kaynaklandığı biliniyor.

İmralı denetiminden çıkan PKK’yı şimdi kim yönlendiriyor?

Sadece Kandil’deki bir grup militan önderi mi?

Yoksa bu yönetici grubu yönlendiren birileri mi var?

Barzani mi? Mossad mı?

Tahminler ve kuşkular İsrailli askeri uzmanların Barzani’nin yanı sıra PKK’yı da yönettiği noktasında düğümleniyor.

Bu konudaki kuşkuların araştırılmasında yarar var.

Ancak başka bir olgu da biliniyor.

İsrail şu anda bölgede kendisine karşı oluşan Arap ve Müslüman ittifakından rahatsız.

Türkiye son yıllarda Erdoğan Hükümeti ile beraber giderek artan bir şekilde İsrail’e karşıt bir politika izliyor.

Davos’taki atışma ve son Gazze yardım gemilerine saldırı ile bu ilişkiler giderek “düşmanlık” noktasına geldi.

İsrail şimdiye kadar en azından askeri alanda “stratejik müttefik” olarak gördüğü Türkiye’yi de karşı cephede görmeye başladı.

Bu cephede İran, Hamas, Filistin, Arap dünyası ve Müslüman dünya nüfusu var.

Türkiye şimdi bu karşı cephenin güçlü yeni unsur haline geldi.

İsrail’in Türkiye’ye karşı eli boş duracağı beklenmemeli.

Çünkü İsrail’de planlarını yıllardır düşmanlarla çevrili bir coğrafyada ayakta kalma üstüne kuruyor.

İsrail’in uzun vadeli planları arasında “Büyük Kürdistan” planı da var.

Arap dünyasını, Irak’ı ve İran’ı bölmeyi hedefleyen bu plan da Türkiye de var.

Çünkü Büyük Kürdistan kurmaya kalktığınız zaman Türkiye’den de bir parça koparmak gerekiyor.

Bu parça Diyarbakır’dan Güneydoğu sınırına kadar uzanan alanı kapsıyor.

BDP’li bir milletvekilinin “Bizim oylarımız siyasi coğrafyanın sınırlarını çizmiştir” dediği bölge.

Bu bölgenin en önemli özelliği Fırat, Dicle su havzalarını ve GAP bölgesini kapsaması.

Yani İsrail’in “Büyük Kürdistan” planlarının özünde Mezopotamya’nın ana kaynağı olan bu iki nehri ve enerjisini kontrol etmek de var.

Durum böyle olunca, Türkiye’nin İsrail ile “düşmanlık” noktasına gelmesi önemli bir gelişme.

Türkiye bundan sonra terör ve etnik sorunlar da çok daha dikkatli ve hassas olmak zorunda.

Çünkü karşımızda artık bir devlet (İsrail), dünyanın en organize istihbarat örgütü (Mossad) ve onun emrindeki yaygın bir terör örgütü (PKK) bulabiliriz.

Bu üçleme, İmralı’dan veya Kandil’den emir alan başıbozuk terör gruplarından daha etkili ve sonuç alıcı olabilir.

Özellikle istihbarat ve karşı istihbarat alanında asıl savaş belli ki yeni başlıyor.

Bu açıdan Erdoğan’ın dış istihbaratla görevlendirmek istediği MİT’e belli ki çok iş düşecek.

Yeni MİT başkanına da…

Ortadoğu’da “Büyük oyun” belki de daha yeni başlıyor…

Kaynak:Euractiv.com.tr

İSRAİL İLE SAVAŞAMAYIZ ÇÜNKÜ

Türkiye'nin bütün kılcal damarlarına kadar müdahale eden İsrail ile savaşa girer miyiz?.. İsrail ile savaşırsak bizi nasıl bir son bekliyor?.. / Yusuf Gegin cevapladı...

Yazarımız Yusuf Gezgin yaklaşık bir yıl önce kaleme aldığı yazıda Türkiye ile İsrail arasındaki gerginliğe değinmiş ve Türkiye'nin neden İsrail ile savaşa giremeyeceğini yazmıştı.

İşte Gezgin'in O Düşündüren Yazısı:

Yusuf Gezgin / Aktifhaber

İsrail Türkiye'ye Saldırırsa Ne Olur?


Ortadoğu’da aynı film bir defa daha izleniyor. İsrail masum, sivil ayırmadan şehirleri bombalıyor. İnsanların üzerine bombalar boca ediyor ve bütün dünya bunu seyrediyor. Dil ucuyla kınamalar dışında ciddi bir tepki yok. Öyle anlaşılıyor ki İsrail-ABD ittifakı Lübnan’a yerleşecek, Suriye’yi doğudan ve güneyden kıskaca alarak demokratikleştirecek!.... Kan gölüne çevirecek, mevcut despotik yönetimi aratır zulümlere, iç çatışmalara maruz bırakacak. İsrail Ortadoğu’daki mevzilerini güçlendirerek, “vaat edilmiş topraklar”a bir adım daha yaklaşacak.


İsrail az nüfusuna, ateş çemberi içinde olmasına bakmaksızın; ensesine bindiği ABD’nin desteğiyle (dini) hedefleri doğrultusunda; reelpolitiğin, mantığın rağmına dünyaya meydan okuyarak ilerlemeye devam ediyor.

BOP'un hedefinin Yahudi-Avanjelik ittifakı doğrultusunda Türkiye'nin de bulunduğu 20 den fazla Müslüman ülkeyi yapılandırmak, sınırlarını yeniden çizmek olduğunu defalarca söylemiştik. Gündemdeki düşmanlar İran ve Suriye olduğu için diğerleri kurbanlık ineklerin sükûneti içindeler. Sıranın kendilerine gelmeyeceği, şartların değişebileceği temennisiyle pısırık ve tepkisiz davranmaya devam ediyorlar. Başta AB olmak üzere diğer küresel aktörler muhalefetlerini pastadan alacakları payın oranını artırmak için kullanıyorlar. Kurbanlardan yararlanma sevdasındalar. Irak’a, Afganistan’a ve Lübnan’a “insanlık dramı” olarak bakan ülke yok gibi. İslam ülkelerindeki Batı kuklası diktatörler vatandaşlarının gazını almakla meşguller. Batıyla bozuştuklarında Irak benzeri bir “Demokratikleştirme!”den endişeliler.


RİCE açıkça “yeni bir Ortadoğu” konusundaki kararlılıklarını deklere etti. Yapılandırılacak Ortadoğu’da Körfezden Bangladeş’e kadar pek çok İslam ülkesi bulunuyor. Öyle anlaşılıyor ki bölgedeki bütün ülkeleri demokratikleştirecekler! yani IRAK’LAŞTIRACAKLAR.


Beklenenin aksine Suriye’den sonra sıradaki ülke İran değil Türkiye olabilir. Daha önceki bir yazımda[i] bahsettiğim gibi Türkiye’ye müdahale dostane! yöntemlerle olacaktır. Ben Batı’nın- ABD’nin Şiayla ve İran’la ciddi problemi olduğunu düşünmüyorum. Aksine Batı’nın İslam Dünyasında GÜÇLÜ BİR Şİİ DAMAR oluşturmaya çalıştığına inanıyorum. Gelişmeler bu tezi doğrular niteliktedir.

Hariri suikastı ABD-İsrail ittifakına Suriye üzerinde baskı kurma ve kendilerine direnebilecek Suriye Ordusunun Lübnan’dan çıkarılmasını sağladı. Hariri suikastı-Suriye ordusunun çıkarılması ve Lübnan’ın işgali birbiriyle bağlantılıdır.

Bazılarının komplo teorisi, hatta deli saçması gördüğü olay gerçekleşir İsrail Urfa’yı ve iki nehir arasını işgale yeltenirse ne yaparız?

“Biz Irak’a ve Suriye’ye benzemeyiz güçlü ordumuz onların ağzının payını verir” diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Hücrelerimize kadar girmiş İsrail’in bizi dostane! Yöntemlerle değil de silahla dize getirmeye çalışacağını varsayarsak; İsrail’le mücadele edecek durumda olmadığımız anlaşılacak, hatta Suriye’den daha dezavantajlı olduğumuz görülecektir. Maalesef İsrail tek kurşun atmadan, kısa sürede ordumuzu ve silahlı güçlerimizi bloke edecek imkânlara sahiptir.


Günümüzde savaşlarda modern silahlar, elektronik cihazlar kullanılmaktadır. Biraz bilgisayardan anlayanlar bu cihazların yazılımlarla, programlarla çalıştıklarını bilirler. TSK’yı tanıyanlar da savaş aygıtlarımız, haberleşme sistemlerimizle İsrail’e ne kadar bağımlı olduğumuzu bilirler. İsrail’le olası bir savaşta Mehmetçiklerimize güvenimiz tamdır. Ne var ki İsrail’den aldığımız silahlara ve bu silahlar üzerindeki yazılım programlarına itimadımız yoktur. İsrail sahip olduğumuz elektronik cihazları çökertebilecek, uçaklarımızı kalkamaz hale getirebilecek kadar Türk Ordusu’nun içindedir. Savaş teknolojimiz bütünüyle İsrail’e teslimdir. Bu yönüyle İsrail karşısında bizim Suriye kadar bile şansımız yoktur. İsrail’le askeri bağlantılarımızın ihtilaller sonrasında, özellikle 28 Şubat sürecinde yoğunlaşması ve savunma sanayiimizin İsrail’e endeksli olmasının, pek çok emekli askerin İsrailli firmalar adına iş takibi yapmasının ulusalcı! kesimlerce sorgulanmaması şayanı dikkattir.


Sadece silahlı güçlerimizin değil sivil kurumlarımızın pek çoğunun yazılımları ve programları da; (kripto veya açık) Yahudi firmalarınca yapılmaktadır. MERNİS projesinden, başında “Milli” bulunan MİT’in güvenlik ve personel yazılımlarına kadar pek çok işte İsrailli firmaların parmağı vardır. Yani İsrail ve Yahudi firmaları Türkiye’nin bütün kılcallarına nüfuz etmişlerdir.


İsrail’e elektronik ve teknolojik bağımlılığımızı gösteren bir olay 2 yıl önce bir kış günü yaşandı. Karabük civarında bir F16’mız düşmüş, 3-4 gün sisten dolayı uçağa ve pilotuna ulaşılamamıştı. Uçakların yazılımını yapan İsrail firmasına ulaşılması sonucu onların verdiği kodla uçağın yeri tespit edilebilmişti. Düşmüş bir uçağın yer tespitinde bile muhtaç kaldığımız İsrail’le muhtemel bir savaşta nasıl mücadele edeceğimizi varın siz hesap edin.


Türkiye’nin güneyinde aleyhimize bir yapı oluşmaktadır. Irak’a müdahaleden sonra hemen bütün Kürt guruplar ABD-İsrail ekseninin yerel müttefiki haline geldiler. Suriye’de de ilerleyen zamanda Irak tarzı ve Türkiye’nin aleyhine gelişmeler yaşanacaktır. Büyük projeler büyük zaman dilimlerinde gerçekleşir ancak ABD-İsrail BOP’ta hazım kapasitesinin ötesinde oldukça hızlı ilerlemektedirler. Yakın zamanda sıranın Türkiye’ye geleceği muhakkaktır.

ABD-İsrail ittifakının Türkiye’ye silahlı bir saldırıda bulunacağına ihtimal vermiyorum. Bahsettiğim gibi bizi “daha teknik ve dostane!” yöntemlerle halledeceklerdir.

Farzı muhal İsrail Türkiye’ye saldırırsa ne olur?

Türk silahlı kuvvetlerinin elektronik altyapısı “Off” olur. Olsun biz süngülerimizle de bir avuç Yahudi’nin hakkından geliriz alimallah.

PKK&İsrail Saldırısının Kodları

PKK'nın Deniz Kuvvetliri'nde görevli askerlerimizin şehid etmesi ve İsrail'in yardım gemilerine saldırması olayındaki derin mesajlar...

Analiz/Aktifhaber

İki Saldırı Tek Mesaj

İsrail'in Türk Vatandaşlarını öldürmesi ve Hatay'da PKK'nın Türk Askeri'ni şehid etmesi arasındaki kritik mesaj...

İsrail’in insani yardım taşıyan gemilere saldırı düzenlemesi ve Türk Vatandaşları’nı öldürmesiyle eş zamanlı olarak kritik bir PKK saldırısı gerçekleşti.

İskenderun’da PKK, bilindik eylem bölgesinin ve eylem şeklinin dışına çıkarak Deniz Kuvvetleri’ne saldırıda bulundu. Tam da Türk Deniz Kuvvetleri’nin insani yardım taşıyan gemileri koruması konuşuluyorken.

PKK, Deniz Üs Komutanlığı’na saldırdı ve 7 askeri şehit etti.

Daha önce Kuzey Irak’ta PKK’lıları eğittiği ortaya çıkan ve bu dolaylı olarak dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından doğrulanmıştı. MİT’in raporlarıyla da ortaya çıkan eğitim belgelerinde, PKK’lı teröristlerin “nokta eylemler” yapma konusunda ileri düzeyde eğitildikleri ortaya çıkmıştı.

Başkent Kulisleri’nde İsrail’in Deniz Kuvvetleri’ne saldırarak Türkiye’ye “üzerimize gelirseniz PKK kartını yeniden kullanırız” mesajı verdiği konuşuluyor.


Yusuf Gezgin/Aktifhaber.com

İsrail Çıldırdı



İsrail bir avuç nüfusa sahip küçük bir ülke, ama bütün dünyaya meydan okuyor. BM dahil hiç bir uluslararası kuruluşu takmıyor. Sivilleri bombalıyor, misket bombaları atıyor, BM konvoylarını vuruyor, gazetecileri öldürüyor, dünyanın gözü önünde sivil halkı açlığa, ölüme mahkum ediyor. Batılı ülkelerin pasaportlarını kullanarak 3. ülkelerde cinayetler işliyor, suikastler yapıyor. Ve bunları yaparken kimseden, hiç bir güçten çekinmiyor. Son yıllarda sesini yükselten Türkiye gibi bir kaç ülke hariç, hemen hiç bir devlet İsrail’e laf edemiyor.

İsrail dediğiniz, neticede Gürcistan kadar bir ülke. Gürcistan’ın dünyada esamisi okunmazken, kimse kale almazken, güya batı kulübünün koruması altında olduğu halde, Rusya işgal edebilirken kimsenin gıkı çıkmıyor. Ama İsrail dünyanın patronu gibi davranıyor. Hiç bir kural kaide, güç tanımaksızın, dünyaya meydan okuyarak, azgınca işlere girişiyor.

İsrail’in bu gücü nereden geliyor?

İsrail’in bu gücü, dünyanın hemen bütün devletlerinde etkin ve örgütlü olan Yahudilerden kaynaklanıyor. Yahudi soykırımı(?) aynen 11 Eylül vakası gibi bir mizansendir ve dünyada Yahudi hakimiyetinin tesisini sağlamıştır. Bu olay sonrası binlerce yıllık Yahudi hayali gerçekleşmiş, İsrail devleti kurulmuştur. Yahudiler bu olay sonrası dünyanın yeni süper gücü ABD’ye iyice yerleşmişlerdir. “Antisemitizm” denilen bir tehdit üreterek kendilerine dokunulmazlıklar, korumalar elde etmişlerdir. Yahudilerin asıl gücü İsrail değildir. İsrail yahudiler için kutsallığı olan topraklarda kurulmuş küçük bir devlettir. Buzdağının üstte kalan kısmıdır. Artık Yahudiler için Arzı mev’ud bütün dünyanın hegemonyası ve hakimiyetidir. Ve bu gün dünyada net bir Yahudi hakimiyeti vardır. Batı, ABD’den Fransa’ya, İngiltereye, hatta “Yahudi düşmanı” gibi gösterilen Almanya’ya kadar Yahudi güdümünde ve etkisindedir. Batı medeniyeti her ne kadar Yahudi-Hristiyan medeniyeti olarak anılıyorsa da, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Hristiyanların silindiği, Yahudilerin etkin, belki de “tekel” olduğu bir medeniyet haline gelmiştir. 11 Eylül sonrası bu gücü sürdürmenin araçlarından birisi de, İslam-Hristiyan çatışması ve dünyada yükseltilen İslamafobiya, “terörist Müslüman” algısı olmuştur.

İsrail’in aymazlığı, boyunu aşkın ukalalığı, kendi gücünden veya nükleer silahlarından vs. kaynaklanmıyor. Bütün dünyayı örümcek ağı gibi sarmış etkili Yahudi networkundan, global Yahudi sermayesinden, uluslararası kuruluşlardaki Yahudi etkisinden, ABD’nin tepesine binmiş olmaktan, pek çok ülkenin sinirlerini ele geçirmiş olmaktan kaynaklanıyor.

Yahudilerin kutsal rüyası, Arzı mevud’un coğrafyası İsrail devleti, bu gün Yahudilerin en büyük zaafı, en zayıf noktası halne gelmiştir. İsrail’in yaptığı zulümler, aymazlıklar, sınır tanımazlıklar masum Yahudilerin de başına bela olmaktadır ve pek çok Yahudi bunun farkındadır. Ancak herşeye rağmen İsrail’i korumak durumunda kalmaktadırlar. İsrail bu gün Yahudilerin en büyük problemidir ve ukala, hukuksuz, canice tavırlarından dolayı dünyada antisemitizmi tetiklemektedir. Korkarım ki bu gidiş sadece İsrail’in değil, bütün Yahudilerin helakine neden olacaktır.

Peki İsrail’in Türkiye ile problemi nedir?

Türkiye, içinde pek çok Yahudi-Sebatayın bulunduğu İttihatçı gelenek tarafından kurulmuştur. Bu nedenledir ki, dünyadaki pek çok Yahudi Türkiye’yi İsrail’den önce kurulan “ilk Yahudi Devleti” olarak kabul etmiştir. Mübadelede pek çok Sebatay, Yahudi güvenli bularak, bu yeni devlete göç etmişlerdir. Müslüman kimliğine rağmen, İsrail’i ilk tanıyan devletlerden birisi Türkiye’dir. Türkiye İsrail arasında çok stratejik ilişkiler, anlaşmalar vardır. Özellikle askeri yazılımlarda Türkiye bütünüyle İsrail’e bağımlıdır. Tohumculuk keza öyle. Her darbe döneminde ve askerin etkin olduğu zamanlarda İsrail’le ilişkilerimiz güçlenmiştir; 28 Şubat sürecinde ise zirve yapmıştır. Ancak AKP hükümeti döneminde, özellikle dış politikada ABD-İsrail ekseninden çıkma olmasa da, kaymalar başlanmıştır. AKP daha geniş bir dış politika vizyonu oluşturmuş, pek çok devletle diplomatik ilişkiye geçmiş, tarihin, coğrafyanın ve kültürümüzün bize yüklediği sorumluluklar çerçevesinde yeni networklar kurmaya başlamıştır. Dün, sadık bir müttefik olarak gördüğü ülkenin giderek elinden çıkıyor olması İsrail’i ciddi endişelndirmiştir. “One minute” olayı ve Gazze ile ilgili çıkışlar iyice öfkelendirmiştir. Derin yapımız ve stratejik kurumlarımız üzerinde etkin olan İsrail ve Yahudi lobisi, geride bıraktığımız yıllarda pek çok karanlık ve derin projenin, darbe planının göbeğinde olmuş, ama sonuca ulaşamamıştır.

Uzun süredir kontrolünde tuttuğu, Ortadoğu’daki tek sadık müttefiki Türkiye’yi kaybettiğinin farkına varan İsrail ve Yahudi lobisi mutlaka bir şeyler yapmalıydı. Zaman geçiyor ve Türkiye elinden kayıp gidiyordu. Bütün derin operasyonlar, yargısal hareketler boşa çıkarılmakta ve deşifre edilmekteydi.

İsrail’le genetik bağı olan bizim derinler ve bazı kurumlar bu yaz için ayrıntılı bir plan yaptılar. Yüzyıldır bir kafes içinde ve kontrol altında tuttukları aslanın uyanmasına, milletin kendisine gelmesine, “demokratikleşme” denilerek bir milletin kelepçelerini çözmesine göz yumma-malıydılar.

Dünyaya hükmeden geniş networkun Türkiye’deki şubesi “beyazlar” iktidar adayı(!) CHP’ye bir hareket çektiler ve genel başkanı devirdiler. Sırada Türkiye’yi terörle ısıtmak, güvensiz, kaos içinde bir ülke haline getirmek ve mevcut hükümeti düşürmek, milletin iradesini eline almasını engellemek vardı. Büyük kukla APO da zaten gerekli şeyleri söylemişti.

Gazze’ye giden sivil silahsız yardım gemilerinin basılması ve onlarca insanın öldürülmesini “İsrail’in Türkiye’ye karşı birikmiş kin ve nefretine” bağlayabilirsiniz. Türkiye’yi bir şekilde cezalandırmayı düşünüyordu. Gemi baskını İsrail için, neler yapabileceğini göstermesine yarayacak bir malzeme oldu. Öte taraftan, üzerinde etkin olduğu terör örgütünün İskenderun gibi güvenli bir şehirde ve deniz güçlerine baskın yapması Türkiye’ye çifte mesaj oldu.

İsrail ve onun içerideki derin uçları bununla yetinmeyecekler!.

Bu yaz PKK terörünü Türkiye’yi terbiye etmek ve kaos çıkararak, ülkeyi yönetilemez hale getirmek, hükümeti düşürmek için kullanacaklar!.. Her gün ülkenin dört bir yanına şehit cenazeleri dağılacak!... “Millici”, “ulusalcı” rolündeki figüranları piyasaya sürüp provokasyonlar yaptıracaklar!.. KCK’yı sokaklara salıp hükümeti ve devleti zaafa uğratacak kitlesel eylemler yaptıracaklar.

İsrail çıldırdı ve sivil bir gemimize saldırıp onlarca insanımızı katletti. Ama İsrail asıl, yüzyılın başında ülkenin içine yerleştirilmiş elemanları harekete geçirip Türkiye gemisini içeriden batırmaya çalışacak!..

Bundan sonra dışarıdaki gemiye değil, içeride İsrail’in kullandığı derin-kripto tayfalara dikkat edelim!

Dışarıdaki İsrail’le mücadele kolay. Sinirlerimize sinmiş, damarlarımza girmiş, beynimize hükmeden, kurumlarımızı işgal etmiş İsrail’e karşı teyakkuza geçelim!..

İsrail'i En İyi Oray Savundu

Bütün dünyanın tepki gösterdiği, İsrail'in, insanlık dışı saldırısına en yaman savunma sahte ulusalcı Oray Eğin'den geldi.. Eğin'in Türkiye'yi suçlu ilan ettiği yazısı....


Analiz/Aktifhaber



Bu güne kadar kendisi gibi düşünmeyenleri sürekli Neo-Con'cu olmakla suçlayan Oray Eğin, Neo-Con uzantısı İsrail'in Türkiye vatandaşlarına karşı orantısız kanlı saldırısını meşrulaştıran maddeler sıraladı...

Yazısının baş tarafında 'müfettiş edasıyla İsrail'in yaptığının hatalı olduğunu bir çümleyle vurguladıktan sonra İsrail tezlerini bir bir sıraladı...

Dün akşama kadar kanal kanal gezerek, İsrail'in haksızlığını haklı göstermeye çalışan çakma gazeteci Rafael Sali'yi aşan yorumları bu gün köşesine taşıdı..

Akşam gibi Ulusalcı görüşlere ağırlıklı veren gazetenin en uç ulusalcı çevrenin tanıtımını gönüllü üslenen, gazetenin en ulusalcı yorumlarıyla ünlü 'agresif' yazarı Oray Eğin, bu gün 'gerçek görevinin' gereğini yerine getirdi.. Bütün dünyanın tepki koyduğu, her yelpazeden yazarın kınadığı yorumlara ters yorumu pervasızca yazdı..

Gazze'ye yardım edenleri baştan 'Anti-semitik' olmakla suçlayan, Gazze'deki insanları açlığa mahkum eden İsrail ambargosunu meşrulaştıran, İsrail'e rağmen yardıma koşan ve yardım edenleri engellemeyen devleti suçlayan, Pakistan ve Suriye ile ilişkilerimizede çok içerleyen İsrail'li ağzıyla yazdığı yazısı....



Oray Eğin/Akşam
Bu ölümlerin hesabını kimden soracağız

............................

Ayrıca İsrail devleti halen Gazze'de savaş halinde. Ambargolar herkes için hoşnutsuz olmasına rağmen, savaş içinde olan devletlerin başvurmak zorunda oldukları bir yöntem.

Ancak ilkesel olarak yardımlara karşı değil. İsrail, yardım konvoyları için belirli bir prosedür uygulanmasını istiyor. Aynı talebi Milli Görüş'çü ve anti-semitik çizgideki İnsani Yardım Vakfı'na da iletti.

Yardımlar yapılan güvenlik araştırmalarının ardından Gazze'ye ulaştırılıyor. İsrail'in bu güvenlik aramaları en fazla bir gün sürüyor, belli malzemeler bomba yapımına katkıda bulunduğu için ulaştırılmıyor ancak şabatta bile İsrail yardım malzemelerini iletiyor, güvenlik araştırmaları resmi tatil olan cuma günü bile yapılıyor.

Mavi Marmara gemisi ise bu prosedürü takip etmeyip, bir anlamda 'kendi bildiği yolda' ambargoyu delmek için Gazze'ye yanaşmakta ısrar etti.
Dün saldırıya uğrayan gemiden saat 04:00 civarında Aşdod Limanı'na gitmelerini istedi.

İsrail'in açık bir reddine ve tehdidine karşı 'Bu sefer bir şey olmaz' ya da 'Korkarlar vuramazlar' diye bile bile gidilebilir mi?
İsrail'in nasıl bir tavır takınacağı, geçmişte bu gibi durumlarda ne gibi tepkiler vereceği ortadaydı. Yıllardır orantısız güçle kendisini savunan bir devletin bir anda, sadece bir gemi geldi diye tavırlarını değiştirmesini de hiç kimse beklemiyordu.

Ne yazık ki, bu gemideki insanlar bile bile gittiler ölüme. Aynı gemide kendileri için karar veremeyecek kadar küçük yaşta çocukların da anne-babaları tarafından yolculuğa dahil edildiğini unutmayalım.
İsrail'in bu gemiye karşı kullandığı orantısız güç asla bu yardım konvoyunun tartışmalı motivasyonunu ortadan kaldırmıyor. Üstelik, Türkiye'nin Dışişleri Bakanlığı'nın böylesi bir saldırı ihtimalini bilmemesi, öngörememesi de imkansız.


İki soru meşrudur:

- Bu geminin yola çıkmasına seyirci kalanlardan, hatta bilakis destekleyenlerden, uyarmayan ve engellemeyenlerden de hesap sorulması gerekmiyor mu?

- Tüm uyarılarına, hedefteki ülkenin siciline bakmaksızın törenlerle bu geminin uğurlanmasında hiç mi çarpık taraf yok?

Bugün önemli olan, İsrail'e haklı olarak tepki vermek kadar Türkiye'nin dış politikasında zaafiyeti, herhangi bir uluslararası dengeyi gözetmeden kendi bildiğini yapma politikasını, kafasına göre kendine rol biçme modelini de masaya yatırmamız gerekiyor.

Bu soruları yarına, öbür güne, acımız unutulana kadar erteleyemeyiz, bunun hesabını hemen sormalıyız.

Önce Suriye'yle, şimdi Pakistan'la yani terörü destekleyen ülkelerle vize kaldıran Türkiye'nin yeni dış politikası, yere göğe konulamayan, Kissinger muamelesi yapılan, durmaksızın 'gaza getirilen' Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun adımlarını yeniden düşünmesi gerekmiyor mu?
20'ye yakın sivilin ölümüne sebep İsrailli askerlerin kurşunları olduğu kadar, o sivilleri törenlerle, onlara kahramanlık payeleri biçerek, diplomasiyi hiçe sayarak sonu belli yolculuğa uğurlayanlardır da.
Kimse kimseyi kandırmasın, ortada iki başlı bir mesele var: İsrail'in orantısız güç kullanımı ve Türkiye'nin hükümet sorunu.

MOSSAD&PKK Yapımı Eylem

Önce PKK İskenderun'da 7 askerimizi şehit etti. Ardından İsrail ordusu Gazze konvoyuna saldırdı. İki olay arasındaki bağ ve MOSSAD&PKK işbirliği...

Dün gece 02:00'de İskenderun'da PKK haince bir saldırı gerçekleştirdi. Ardından İsrail ordusu Gazze konvoyuna baskın düzenledi.

Star gazetesi yazarı Şamil Tayyar bu iki olaydan hareketle MOSSAD ile PKK arasındaki derin bağlantıları ve tarihten bugüne ortak geliştirdikleri operasyonları yazdı...

İŞTE O YAZI:

Şamil Tayyar / Star

İki baskının ortak mesajı

Başbakan Erdoğan’ın “One Minute” çıkışının Türkiye ve İsrail ilişkilerinde kırılma noktası olduğunu biliyoruz.

Bu süreçteki ilk kuşkulu operasyon, büyük ölçüde demokratik açılımı baltalamaya yönelik Reşadiye baskınıdır. MOSSAD’ın katalizör görevi gördüğü, ABD’li Neoconlar ve Türkiye’deki uzantılarının destek verdiği, PKK’nın da taşeron olarak kullanıldığı çok yönlü bir eylemdir.

Farklı saiklerle aynı paydada buluşan iç ve dış unsurlardan müteşekkil Global Ergenekon işbaşındaydı. Hala faaller. Son dönemde artan terör eylemlerini de bu perspektiften değerlendirmekte yarar vardır.

Aynı şekilde; İHH’nın Gazze’ye doğru yola çıkan yardım filosuna yönelik İsrail’in Akdeniz’de gerçekleştirdiği silahlı baskınla, baskından 3 saat önce yine Akdeniz kıyısındaki İskenderun’da 7 askerimizin şehit olmasına yol açan PKK baskını birbirinden bağımsız değerlendirilemez.

Hatırlayalım, 1993 yılında PKK, bir kısmı İran’dan geçen Bakü-Ceyhan Petrol Hattı Projesi’ni sabote etmek için sürpriz bir şekilde Iğdır bölgesine yığınak yapmış, hat boyunca eylemlere ağırlık vermişti. Yine 33 askerimizin şehit edildiği hadise, o dönemde yaşanmıştı.

Sonrasında ne olduğunu biliyorsunuz. Azerbaycan’da projeyi imzalayan Elçibey devrildi, proje güzergahı değiştirildi.

Bir yardım kuruluşunun 33 ülkeden ve farklı dinlere mensup kişilerle Gazze’ye ulaştırmaya çalıştığı insani yardım filosunun hangi saatlerde nereye varacağı biliniyordu. İsrail’in dün sabah 04.20’de filonun ana gemisi Türk bandıralı Mavi Marmara’ya yönelik silahlı baskını, bir telaşla veya basiretsizlikle izah edilebilecek durum değildir.

İskenderun’daki PKK eylemi de İmralı sakininin talepleriyle açıklanacak basitlikte sıradan bir eylem değildir, Akdeniz baskınıyla ilintili ve mesaj içeriklidir diye düşünüyorum. Kanımca, bu baskınlar, muhtemel tüm sonuçları önceden satın alınmış, içinde birden fazla mesaj barındıran bir
eylemdir.

Bu mesajlar ne olabilir?

Sözgelimi; İran’la takas anlaşması imzalayan ve İsrail’e mesafeli duran güdümsüz yeni bir küresel oyuncu olarak Türkiye’nin karizması çizilmek istenmiş, bu hamle üzerinden Türk siyasetinin yeniden dizaynına ilişkin bir gedik daha açılması hedeflenmiş olabilir. Bonus olarak da “One Minute” rövanşı düşünülebilir.

İçeride taraftar bulmakta pek zorlanmazlar. Nitekim, Ergenekon soruşturmasını sulandıran yazılarıyla tanıdığımız Hürriyet Yazarı Mehmet Yakup Yılmaz, dün bir TV programında yardım filosunu “politik eylem” olarak değerlendirdi, İHH’yı Hamas ve Hizbullah’a benzetti.

Hadi, Yakup Bey’in bu sözlerini cehaletine bağışlayıp geçelim. Eski rektörü Ergenekon sanığı olan Başkent Üniversitesi’nde görevli emekli Albay Sadi Çaycı’nın yine CNN Türk’teki açıklamaları akla ziyandı.

Sanki İsrail Ordusu’nun mensubu gibi konuşan Çayçı, silahlı çatışma ortamlarındaki gelişmelerin barış hukukuyla değerlendirilemeyeceğini, İHH’nın insani yardım taşıma hakkının olmadığını öne sürerek, “İsrail’in eli güçlü” dedi.

Masum insanların katledilmesi karşısında bu ürkütücü ifadeleri kullanan Emekli Albay Çaycı, “Gemilerde silah yoktu” açıklaması karşısında ise “Terörle mücadelede gelen grubun silahsız olduğunu bilemezsiniz” diyerek insanın kanını donduran ifadeler kullandı.

Yarın, İsrail baskınını iç politika malzemesi haline getirmek isteyenlerin, uluslararası sularda haydutluğa soyunan İsrail’e arka çıkanların sayısı daha da artabilir. Toprağımız hayli verimli, İsrail’de de genetiği değiştirilmiş çok tohum var.

Şimdiye kadar tüm masa başı oyunları alt üst etmeyi başaran Türkiye, bu belayı da defedecektir diye düşünüyorum. Bu kutlu yolculukta hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, yaralılara şifa, yakınlarına sabır diliyorum.

Olağan bir ittifak: İsrail ve PKK

İsrail’in yardım gemilerine düzenlediği saldırı ile PKK’nın İskenderun baskınının aynı saatlere denk gelmesi, kafalarda soru işaretleri uyandırdı.

Abdullah Öcalan’ın kendini en iyi koşulları sunan ülkelerin hizmetine vermesi ilk değil, son da olmayacak.

Ama bu sefer ki, şüpheler doğruysa, kaçınılmaz bir ittifak.

Çünkü;

- Hem PKK, hem İsrail uluslararası alanda izole olmuş durumda.

- İkisi de Türkiye’deki iktidarı zora sokacak eylemlerden çıkar sağlamak umudunda.

- İkisinin de bir ikinci ortak düşmanı İran. PKK, İsrail için bölgede beşinci kol işlevi görüyor.

Bu koşullarda İsrail’in PKK’ya çok ihtiyaç duyduğu lojistik, moral ve askeri vermesi kaçınılmaz.

Çünkü İsrail, Türkiye’nin kendisine yönelik tutumundan bugünkü iktidarı sorumlu tutuyor.

Şimdi bu mesele Türkiye’nin İsrail’e yönelik tavrını aştı, İsrail’i uluslararası toplum nezdinde yalnızlığa mahkum etti.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konse
yi’nden İsrail’e yönelik sert bir kınama kararı çıkması Amerikan yönetimi tarafından engellendi. Böylece Obama yönetimi İslam alemine yönelik ilk sınavında sınıfta kaldı.

Türkiye uluslararası alanda önemli bir oyuncu haline gelmiştir.

İsrail’in geleneksel dostu olma politikasını terk etmiş, Gazze’deki vahşetin uluslararası alanda hesabını soran tek ülke olma konumuna gelmiştir.

Bu nedenle, İsrail’in Türkiye’deki AK Parti karşıtı tüm unsurlarla işbirliği içine girmesi şaşırtıcı olmaz.

Son dönemde giderek artan PKK eylemlerini bu çerçevede okumak gerekir.

Seçim öncesi bu eylemlerin tırmanması, hatta büyük kentlere taşınması beklenmelidir.

İsrail’deki mevcut zihniyet kendi
kurtuluşunu AK Parti’nin herhangi bir yolla iktidardan uzaklaştırılmasında görmektedir.

Bunun karşılığında Türkiye’nin eli armut toplamayacaktır elbette.

Bu amaçla, sadece sert konuşmak, fırça atmak, 3 tatbikat, 2 maç iptal etmek yetmez.

Yapılması gereken açıktır:

- Cengiz Çandar’ın dün Kanal 24’te altını çizdiği gibi, İsrail’de bu hükümet işbaşında olduğu sürece her türlü askeri işbirliğini kesmek.

- Konya’daki eğitim uçuşlarını hemen iptal etmek.

- Sayısını henüz bilmediğimiz insanlarımızın ölümünden sorumlu İsrail kabine üyeleri ve askeri yetkilileri hakkında Türkiye mahkemelerinde dava aç
mak, bu topraklara girdiklerinde tutuklanmalarını sağlamak.

- Uluslararası sularda esir aldığı yurttaşlarımızı tutuklayan İsrail hakkında uluslararası tüm yollara başvurmak.

İsrail, Türkiye’yi herhangi bir Ortadoğu ülkesi sanıyorsa, bunun bedelini ödeyecektir.

Ama tüm bunları yaparken, bu yolda can verenlerin asıl hedefini unutturmamak ve Gazze’deki vahşi ablukanın sona ermesini sağlamak şarttır.

Bu amaçla, ablukanın işbirlikçisi Mısır üzerinde de baskı uygulanmalı ve ablukadaki desteğini kalıcı olarak geri çekmesi sağlanmalıdır.

İsrail, uluslararası sularda silahsız insanlara karşı giriştiği bu kıyımın bedelini ödemelidir.

Bunun vebali de hükümetin üzerindedir. Eğer İsrail, Abdullah Öcalan’ı kullanabiliyorsa, Ankara İmralı’da tuttuğu PKK liderini daha rahat kullanma imkanına sahiptir.

Öcalan’la pazarlık etmeden de bu sağlanabilir. Hem doğruysa, İsrail’in oyun planı boşa çıkar, hem de kan dökülmesinin önüne geçilir.

Türkiye’de bir devlet aklı varsa, bu yapılabilir bir şeydir. Gereken tek şey, bu iradenin gösterilmesidir.

PKK- İsrail İşbirliği Çok Net

Serdar Turgut, 20 yıl öncesinde Washington'da tesadüfen gördüğü harita ile bu gün yaşananların ayrıntılarını birleştirdi ve ortaya çıkan resmi tarif etti...

Serdar Turgut/Habertürk

İsrail-PKK işbirliği (Komployu gördüm)

KUZEY Irak’ta Amerikan neocon’larının tasarımladığı bağımsız Kürt devleti kurulması projesinin İsrail tarafından da gönülden desteklendiği çok anlatıldı.

Özellikle Barzani’nin aşiretinin Yahudi olması nedeniyle İsrail’in Kürt devleti projesinin aynı zamanda bir din projesi de olduğu uzun zamandır söyleniyordu.

Washington DC’de oluşturulan bu büyük projede, kıyamete inanan Evanjelik yanlarıyla neo-con’lar ve yine kıyamete inanan fanatik Yahudiler bir araya gelmiş, olağanüstü tehlikeli iş yapıyorlar. Bölgemizde yine kıyamete inanan İran faktörünün bulunması nedeniyle bu proje uygulanabilmesi açısından elverişli ortam buluyor. (Dün İran askerlerinin Kuzey Irak’a girmelerini bir de bu gözle değerlendirin.)

Türkiye acımasızca dünyanın sonu için oyunlar oynayan güçlerin ortasında bölgedeki tek rasyonel güç oldu. (Başbakan dün çılgınca bir şey yapmayarak çıldırmış tarafları şimdilik sakinleştirdi.)

Bundan sonra Ortadoğu’da barış ortamının gelmesini Türkiye koordine edecek, bunun başka alternatifi yok; çünkü etkin güçler dini fanatizmin pençesine düşmüşler, kıyamete doğru koşuyorlar.

Yardım gemimizin vurulmasından kısa süre önce İskenderun’da askeri tesislerin PKK tarafından vurulması, İsrail-PKK işbirliği komplo teorilerinin yeniden güçlü bir şekilde ortaya çıkmasına neden oldu.

İnsanın kendi sonunun geleceğini anlatsa bile her komplo teorisi zevklidir ve çok rağbet görür. Ben bugün komplo diye anlatılan olayların yarın tarih bilgisi diye anlatılabildiğini bildiğimden komplo teorilerini bir noktaya kadar ciddiye alırım.

İsrail-PKK işbirliği ve Kuzey Irak’ta bir Yahudi devleti kurulduğu teorisini, biraz sonra anlatacağım olay nedeniyle daha da ciddiye almaya başladım.

Bu anlatacağım olay, noktasına virgülüne kadar doğru.

Ben Türkiye’ye komplo hazırlandığını gözlerimle gördüm.

Olay ABD’nin başkenti Washington’da geçiyor.

O dönemde çalıştığım gazetenin Washington temsilcisiydim.

11 Eylül’den çok önce olduğundan, o zamanlar biz gazetecilerin Washington’da Pentagon, Dışişleri Bakanlığı gibi kurumlara girebilmemiz son derece kolaydı. Oralarda çalışan personel gibi kartımızı okutup giriveriyorduk içeriye.

Türkiye’ye karşı komplonun hazırlanışını gördüğüm gün, Pentagon’da istihbaratçı olarak çalışan kişiyle randevum vardı.

İlk önce odasına gittim. Oda arkadaşı, “Bir grup misafiri vardı, aşağı katta kafeteryanın yanında bir odaya gittiler” dedi.

Ben de aşağıya indim.

O günlerde özellikle istihbarat konularında Amerikan devleti içinde Türkiye’ye bakan hemen hemen tüm personel Yahudi’ydi. ABD göçmen ülkesi olduğundan hepsi de Amerika’nın çıkarlarının yanı sıra İsrail’in de çıkarlarını koruduklarını açıkça söylerlerdi.

Pentagon’da görmeye gittiğim kişi de fanatik bir Yahudi’ydi. Boş zamanlarında Pentagon yakınlarındaki mezarlıktaki taşlar üzerindeki isimleri, Yahudi geçmişi açısından incelerdi. Bir defasında beni de götürdü mezarlığa ve bir yaşlı kadın, ikimizi mezarlara karşı saygısızlıkla ve günah işlemekle suçladı.

Neyse Pentagon’da o gün kahvemi aldım, bulundukları odanın kapısını bir tıklatıp içeriye dalıverdim.

Şimdi sıkı durun. Manzara şuydu:

İstihbaratçı masaya oturmuş ve önüne bir harita açmıştı.

Haritada Türkiye ve Kuzey Irak görülüyordu. Unutmayın, Irak savaşının
başlamasından 20 yıl öncesini anlatıyorum. Adam etrafındakilere, Kuzey Irak’a çizdiği bölgede sınırlarının bir bölümü Türkiye’nin güneydoğusuna da taşan yeni bir ülkeyi anlatıyordu.

Masada onu dinleyenler, Barzani’nin Washington temsilcisi (adını hatırlamıyorum), Talabani’nin temsilcisi Behram Salih ve PKK Washington temsilcisiydi.

Bugünlerin kaderi o günlerde, Pentagon’un ikinci katında bir odada öyle çizildi.

Ben ne zaman komplo teorisine uyan bir gelişme duysam (yardım gemisine baskın, İskenderun’da askerimize saldırı ve İran’ın Kuzey Irak’a girişi gibi) o günler aklıma gelir ve her defasında da çok korkarım.

Dün Başbakan konuşmadan önce de çok korktum, umarım çılgınlığa o uymaz diye dua ettim. Son gelişmeler de gösterdi ki, Türkiye üzerinde çok büyük oyunlar oynanıyor.

Sakin olursak, oyunun büyüklüğüne uygun ciddiyeti ve rasyonelliği gösterirsek Türkiye bu acımasız oyundan başarıyla çıkacak.

Kategoriler

"Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir... Türk milleti milli birlik ve beraberlik içerisinde güçlükleri yenmesini bilmiştir… Türk milletinin tarihi bir niteliği de güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır..."
Mustafa Kemal ATATÜRK