9 Temmuz 2010 Cuma

Yeni Osmanlıcılık Felaketimiz Olur - Hasan Demir

İstanbul, Yeni Osmanlıcılığa icbar edildikten sonra, Osmanlı topraklarından tam 24 devlet çıkmıştır.

Özetle...

“Kadim Osmanlıcılık” Türk’ün dış dünyaya doğru açılımı, “Yeni Osmanlıcılık” ise Türk’ün içeriye doğru büzülmesidir.

Birincisi med, ikincisi cezirdir.

Erdoğan hükümetinin yanıldığı bir nokta var ki o da Kadim Osmanlıcılıkla Yeni Osmanlıcılığı aynı anda yürüterek ülke bütünlüğünü muhafaza etmek ve önce Orta Doğu ve Balkanlar ardından da dünya lideri bir Türkiye oluşturmaktır.

Pekiyi, bu mümkün mü?

Bakalım mümkün mü?

Biz “Kadim Osmanlıcılık” derken devletin kuruluşundan Viyana’nın kuşatılmasına kadarki genişleme sürecini kastetmekteyiz.

Türkiye elbette kendisine 24 milyon kilometrekarede devlet imkânı veren ve dünyaya rakipsiz olarak 240 yıl liderlik sunan mirasından vazgeçmeyecektir. Türkiye Balkanlarda var olacaktır, Kafkaslarda var olacaktır, Afrika’da var olacaktır, Orta Doğu’da var olacaktır ve Türk dünyasından asla vazgeçmeyecektir.

Tabii bütün bunları yaparken üzerinde durduğu vatanı ve hizmetinde olduğu milletin varlığını tehlikeye düşürmemek için azamî gayreti sarf edecektir.

Kadim Osmanlıcılık, bunu gerektirir.“Yeni Osmanlıcılık” ise Osmanlıyı kuşatan Batının içerideki azınlıkların hamiliğine soyunması dönemidir.

Ekonomik olarak bağımlı hale gelen İstanbul’un, sınırları içerisindeki gayrimüslimlere söz geçirememe döneminin adıdır Yeni Osmanlıcılık.

Osmanlı’yı ekonomik olarak çökerten o günün Avrupa, Rusya ve ardından ABD’si insan hakları diyerek, din ve vicdan hürriyeti diyerek Osmanlı’yı “sürekli reformlar ülkesi” haline getirmiştir.

Gülhane Hattı Hümayunu ile başlayan bu dönem, Balkan mağlubiyeti ve Çanakkale Savaşlarına, ardından da Kurtuluş Savaşı mecburiyetine sokmuştur Türkiye’yi.

Sadece Birinci Cihan Harbi döneminde Yeni Osmanlıcılığın bu millete maliyeti 2 milyon vatan evladının şahadeti, 4 milyon 200 bin kilometrekare toprak kaybı olmuştur.

İstanbul, Yeni Osmanlıcılığa icbar edildikten sonra, Osmanlı topraklarından tam 24 devlet çıkmıştır.

Özetle...

“Kadim Osmanlıcılık” Türk’ün dış dünyaya doğru açılımı, “Yeni Osmanlıcılık” ise Türk’ün içeriye doğru büzülmesidir.

Birincisi med, ikincisi cezirdir.

Birincisinde ekonomik, askeri üstünlük, ikincisinde ekonomik ve askeri bağımlılık ve siyaseten inisiyatifin elden gitmesi vardır.

Türkiye’nin gündeminde epeyidir bir “Yeni Osmanlıcılık” lafıdır dolaşıp durmakta ve AKP’ye “Osmanlıcı” gözü ile bakılmakta.

Gerçekten de Erdoğan hükümetinin icraatlarına baktığımızda bir yandan Balkanlar, Orta Doğu, Avrupa ve Afrika’ya doğru açılma, hatta ABD’ye kafa tutma görüntülü Kadim Osmanlıcılık izleri, diğer yandan da, dış baskılar ve iç talepler doğrultusunda “demokratikleşme” adı altında Gülhane Hattı Hümayununa benzer Yeni Osmanlıcı bir yol haritası gözlenmekte.

Her hafta bir milyar dolar borç faizi ödeyen bir maliye ve askeri bakımdan rakiplerinin silah ve teknolojisine muhtaç bir Türkiye ile “Kadim Osmanlı” politikasını hayata geçirmek ne kadar mümkündür?

Birilerinin Sayın Erdoğan’a dünyaya meydan okuyan Kadim Osmanlıcılıkla, rakiplerinin her dediğine evet demek mecburiyetinde kalınan Yeni Osmanlıcılığın aynı anda olmayacağını hatırlatmasında fayda var.

Mevcut imkânlarla Kadim Osmanlıcılık yapamayacağımıza ve Yeni Osmanlıcık sürecinin sonu da Sevr olduğuna göre yapılması gereken nedir öyleyse?

Yapılması gereken ilk iş, Yeni Osmanlıcılıktan vazgeçmektir.

Realitenin icbar ettiği Kurtuluş Savaşı madde ve ruhunu hayata geçirmek ve Kadim Osmanlıcılığı bir kızıl elma gibi şuurda demlendirmektir.

Başarısı Lozan’la kanıtlanmış Kurtuluş Savaşı madde ve ruhunun içerisinde günü gelince Kadim Osmanlıcılığı hayata geçirmek zaten mevcuttur.

Birileri ısrarla inkâr etse de, bu böyledir.

Siz Atatürk’ü 776 bin kilometrekare içerisinde hapsolacak, Osmanlının çekildiği coğrafya ve Asya’ya yayılmış köklerle ilgilenmeyecek bir ruh ve akıl sanıyorsanız, Rahmetliyi hiç tanımamışsınız demektir...

Türk Milleti Çuval Olayını Unutmayacak

Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin ısrarla “haberimiz yok” dediği Türk Özel Kuvvetleri Timine karşı yapılan baskında, Celal Talabani’nin oğlu zaten başından sonuna kadar bu çuval baskınının içinde yer alıyordu.

Bölgede babadan oğula geçen siyaset geleneği içinde küçük Talabani önemli bir figür olma özelliğini doğuştan taşıyordu. İşte bu Bafel Talabani, operasyon boyunca elindeki telefonla hem babasını bilgilendirmiş hemde Amerikalı konvoya yol gösterirken, aynı anda da baskını saniye saniye görüntülemişti.

İşgalci güçlerle Kürt işbirlikçilerinin hazırladığı hain bir plan Süleymaniye’ de uygulamaya konuluyordu. 2003 yılının 4 Temmuz Cuma günü ABD’nin 173. Hava indirme tümenine bağlı askerlerle onlara destek veren Kürtlerin, Süleymaniye’ deki Türk Özel Kuvvetleri Bürosuna yaptıkları baskın sırasında 11 Türk askeri (3’ü subay 8’i astsubay olmak üzere) esir alıyordu.

Türk askerlerine silah doğrulttular. Yüzü koyun yatırılarak, bilekleri kelepçelenen Türk grubu bahçeye indirildiğinde, baskıncıların bir bölümü bina çevresinde de emniyeti almış ve içerdekilerin büyük bir kısmı da evin her noktasında arama yapıyordu. Amerikalıların yaptıkları her işlem için yardımcıları, daha doğrusu öncü kuvvetleri peşmergelerdi.
Kaynak: Wardom http://www.wardom.org/showthread.php?t=277835Kaynak: Wardom http://www.wardom.org/showthread.php?t=277835
Türk Askerlerine reva görülen muamele en iyimser ifade ile “fena” kavramını aşıyordu. Fakat artık yapılacak hiç bir şey yoktu, çünkü eller kelepçelenmişti.

Amerikalılar esir aldıkları Subay, Astsubay ve görevliler ile baskın sırasında büroda bulunanların başına “Çuval” geçirdiler! Başa çuval geçirilmesi, esir alınanların, Iraklıların etrafı görmemeleri için yapılan bir uygulama idi. Fakat bu kez özellikle amaç sindirme, güç gösterisi ve psikolojik baskı oluşturmaktı.

8 araçlık (3 kamyon, 5 Hummer) baskın konvoyunun yanlarında peşmerge lerde olduğu halde ABD’nin karargahı olarak kullanılan, Kerkük Hava alanına götürdüler.

2 kamyonun içinde 24 esir bulunuyordu. Esirler ; 11 Türk özel Timi mensubu, 2 Sivil Türk, 4 Kürt muhafız, 2 Türkmen erkek, 2 Türkmen kadın, 1 Kürt, 1 Türkmen çocuk ve İngiliz vatandaşı Michael Todd’du. Kamyonların birinde 6, diğerinde 5 Türk askeri vardı.

5 Temmuz günü Kerkük Havaalanında sorgulama yapıldıktan sonra, Amerikalılar helikopterlerle Türk askerlerini Bağdat’a götürdüler.

Irak’ın kuzeyinde Türk Özel Kuvvetleri mensubu 11 Türk askerinin ABD’liler tarafından esir alınmasıyla başlayan kriz yoğun diplomatik çabalar sonucu ancak 60 saat sonra çözülebildi. Serbest bırakılan Türk askerleri

“Amerikalılar bize El-Kaide muamelesi yaptı. En yakın müttefikine nasıl terörist gibi davranırlar?"

Türk Özel Kuvvetleri Komutanı Binbaşı Aydın Eser,

“4 Temmuz Cuma günkü baskını önce Amerikalıların Iraklılarla bir çatışması sandığını"

söyledi.

“Amerikalılar havaya ateş açıyorlardı. Önce sokakta çatışma çıktı sandım. Kapıyı açıp onlara yardım etmek istedim. Bir baktım bize doğru ateş ediyorlar. Amerikalılar bize doğru gaz bombası attılar. Olayın değişik boyutlara girmemesi için teslim olduk”.

Binbaşı Aydın, dayaktan incinmiş kaburga kemiğini gösterirken:

“Biz burada yasal olarak bulunuyoruz. Benim rütbemi hiçe sayıp Kerkük ve Bağdat’ta kötü muamele ettiler. Kafalarımıza çuval geçirildiği gibi ellerimizi de kelepçelediler.”

Türk Özel Kuvvetleri Timinin Komutanı Binbaşı Aydın Eser’nin son sözü ise “Bizi Kürtler gammazladı.” oldu.

Saat 14:30’da Türk Özel Kuvvetleri Bürosu terk edilirken 100 metre ilerde beyaz jip içindekiler, Amerikalı yarbay tarafından birkez daha tebessümle selamlandılar.

Jip’in içinde bekleyen rehber, görevini ifa etmenin huzuru ile(!) KYB Dışilişkiler Bürosunun yolunu tutarken, konvoy Süleymaniye sokaklarında yeniden bir geziye çıktı.

İçerde çuvallanmış Türk Askeri vardı. Başlarında ise Coni’ler ve peşmergeler…

Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin ısrarla “haberimiz yok” dediği Türk Özel Kuvvetleri Timine karşı yapılan baskında, Celal Talabani’nin oğlu zaten başından sonuna kadar bu çuval baskınının içinde yer alıyordu.

Bölgede babadan oğula geçen siyaset geleneği içinde küçük Talabani önemli bir figür olma özelliğini doğuştan taşıyordu. İşte bu Bafel Talabani, operasyon boyunca elindeki telefonla hem babasını bilgilendirmiş hemde Amerikalı konvoya yol gösterirken, aynı anda da baskını saniye saniye görüntülemişti.

Hatta Bafel işi iyice abartmış, Amerikalıların Türk Özel Kuvvetleri Timi’ni götürmelerinin ardından “baskın sonrasını da” görüntülemişti.

ALİ KERKÜKLÜ

Habertürk Televizyonunda Basın Kulübü programına katılarak konuşan dönemin Genelkurmay başkanlığı eski harekat başkanı emekli korgeneral Köksal Karabay, 4 Temmuz 2003 günü Irak’ın Kuzeyinde Süleymaniye şehrinde (Kürtlerin yoğun yaşadığı şehir) yaşanan çuval olayını şöyle anlattı:

“Kerkük Valisi’ne suikast yapılacağı ihbarı üzerine Kerkük’ten gelen ABD askerlerinin Talabani’nin Sarayı’nın çevresinde ilerlerken Türk timinin bulunduğu sokağa da girdiler. ABD askerlerinin arasında Türkiye’nin ekmeğini yiyen Talabani’nin oğlu (Bafel Talabani) da bulunuyordu. Tim komutanı(Aydın Eser) kapıya çıkıyor ’Hoşgeldiniz’ diyor. Üzerine çullanıyorlar. Bu esnada herkes ateş etmeye hazır. Tim komutanı Binbaşı Aydın Eser elini kaldırıp ateş etmeyin diyor. Hiç böyle birşey olacağını tahmin etmemişler. Çünkü daha önce birlikte çay içmişler ve oturmuşlar.”

KAYNAK: İnternetajans

Süleymaniye’de 11 Türk askerinin başına çuval geçirilerek sorgulanması sırasında ABD adına tercümanlık yapan Metin Öngel, olayın tüm ayrıntılarını verdi.

Öngel, askerlerimize su, yemek ve sigara götürdüğünü söyleyerek, “Binbaşı Aydın E. yapılan muameleye çok kızmıştı. Bu yüzden ABD’liler onun üzerine gidiyordu” dedi.

Kuzey Irak’ta, 11 Türk askerinin ABD askerleri tarafından gözaltına alınıp başlarına çuval geçirilerek alıkonulması olayının bilinmeyen bir tanığı ortaya çıktı. O dönemde Amerika Birleşik Devletleri adına tercümanlık yapan 32 yaşındaki Metin Öngel, 4 Temmuz 2003 günü yaşananları tüm ayrıntılarıyla ilk kez Hürriyet’e anlattı.

Öngel, gözaltına alınan askeri personelden bildiği isimleri de sıraladı. Türkiye’de vatan hainliğiyle suçlanma korkusu nedeniyle ABD’ye iltica eden kendisi gibi tercüman Tuncay Çelik ve Savaş Dalkılıç’ı eleştiren Öngel, “Koca Türkiye, bu iki tercümanla mı uğraşacak?” dedi. Halen Kocaeli Derince’de ticaret yapan Öngel, 4 Temmuz günüyle ilgili şu bilgileri verdi:

KAAN YÜZBAŞI’NIN BARBEKÜ PARTİSİ

4 Temmuz günü, biz ABD ordusu hesabına tercümanlık yapıyorduk. O gün ABD’nin resmi bayramı olduğu için, Kerkük’teki ABD üssü içinde bulunan Türk Özel Kuvvetleri’ne ait ofiste Kaan Yüzbaşı da bir barbekü partisi veriyordu.

Kaan Yüzbaşı, partiye bizi de davet etti. Yemekleri yedik, sonra bir Amerikalı asker geldi. ’3-4 Türkçe tercüman lazım’ dedi. Süleymaniye’den bazı insanları gözaltına almışlar. Biz hemen o askerle Kerkük’teki gözaltı merkezine gittik. Yanımda, Amerika’ya sığınan Tuncay Çelik ve Savaş Dalkılıç ile Gülay Kıramer adlı kızıl saçlı bir Türk kızı daha vardı. Gülay Kıramer, bir emekli astsubayın kızıydı ve Amerika’dan gelmişti. Emin değilim, sanıyorum daha önce bir Amerikalı ile evlilik geçirmişti.

ELLERİ ARKADAN PLASTİK KELEPÇELİ

Gözaltı merkezinde, buraya getirilen 33 kişi vardı. Bunların sorgusunu yaptılar. Ben gözaltına alınanları Kuzey Iraklı Türkmen sanıyordum, sonra 11 Türk askerinin de gözaltına alındığını gördüm. Türk askerleri, Süleymaniye’de Dışişleri İrtibat Bürosu’nda görevliydiler.

Sivildiler ve hepsinin ellerini arkadan plastik kelepçeyle kelepçelemişlerdi. Kafalarına çuval geçirilmişti. Gözaltı merkezinde değişik odalar vardı. Bunları, 3-4 ayrı odaya dağıttılar. Gözaltına alınanlar arasında, bir temizlikçi kadın ile 14 yaşındaki oğlu bile vardı. Kimi buldularsa getirmişlerdi. 2 Kürt koruma ve oradaki dönerci dükkánında oturanlar bile vardı.

ASKERLERİMİZE YİYECEK VE SİGARA GÖTÜRDÜM

İlk sorgu sırasında ben, bizimkilere su, yemek ve sigara götürdüm. Amerikalılar, getirilenler arasında Türk askeri olduğunu biliyorlardı; ama bilmezlikten geliyorlardı.

TÜRK BİNBAŞI ÇOK KIZMIŞTI

Binbaşı Aydın E., çok sinirliydi, agresif davranıyordu. Yapılan muameleye kızmıştı. Bu yüzden Amerikalılar da onun üzerine gidiyordu. Kerkük’te 1 ya da 2 gün kaldılar. Sonra uçakla tüm ekibi Bağdat’a uçurdular. Havaalanına götürürken, turuncu kıyafet giydirmişlerdi.Kamyonun arkasında taşındılar. 2’nci sorguya, tercümanlardan sadece Tuncay Çelik ve Savaş Dalkılıç gitti. Biz gitmedik, daha doğrusu gitmek istemedik.

’ÇUVAL’DAN SONRA İSTİFA ETTİK, DÖNÜYORDUK

Çuval olayı üzerine Türk tercümanlar olarak hepimiz istifa ettik, geri dönüyorduk. Ancak Türk Özel Kuvvetleri Komutanlığı, ’Colin Powell özür diledi, olay diplomatik olarak çözüldü’ deyince istifadan vazgeçtik. Bir ay sonra Türkiye’ye döndük.

TÜRKİYE’NİN İTİBARI İLE OYNAMASINLAR

Tuncay Çelik ve Savaş Dalkılıç, ABD’de kalabilmek için Türkiye’de vatan hainliğiyle suçlanma iddiasını gündeme getirdiler. ABD’ye kapağı atmak için bunu bahane ettiler. Ülkenin itibarıyla oynamasınlar. Kimse onları tehdit etmedi. Koca Türkiye Cumhuriyeti zaten böyle iki tercümana mı kaldı. Tercümanların lideri konumunda, Helinka Pepison adlı bir ABD’li kadın vardı. Helinka, Tuncay ve Savaş’ı ABD için ikna etti. Onlara akıl verdi. Zaten Tuncay, Helinka’nın asistanıydı. Bizi kimse tehdit filan da edilmedi. Ortalığı bulandırmasınlar.

GÖZALTINA ALINAN TÜRK ASKERLERİ

Tim Komutanı Binbaşı Aydın E.

2 üsteğmen. Birinin adı veya soyadı Bozkurt.

5 astsubay başçavuş

3 kıdemli üstçavuş.

AMERİKA’DA 10 YIL KALDIM

Metin Öngel, ABD’de 10 yıl kaldığı için İngilizce’yi çok iyi bildiğini söyledi. Kuzey Irak’ta ABD için çalışan 4 ayrı kategoride tercüman olduğunu anlatan Öngel, “Her kategorideki tercüman, belli gizlilik seviyesine göre yetkiliydi. Biz en düşük yetkide tercümanlardık” diye ekledi. Öngel, nasıl tercüman olduğunu ise şöyle anlattı: “Askerden dönmüştüm. Bir arkadaşım, bu işten haberdar olmuş, CV gönderdik. Gaziantep ve İskenderun’da çalıştırmak için tercüman arıyorlardı. Ankara Hilton’da toplantı yaptılar, evrak verdik, kabul ettiler. Mardin’de 15-20 gün kaldık. Sonra geri döndük. Bir daha arayıp Irak teklifi yaptılar. Ticari bağlantı kurarım diye kabul ettim. Tuncay Çelik benden bir hafta önce gitmişti, Savaş Dalkılıç’la aynı dönemde gittik.”

KEBAP PARTİSİ

Türk tercüman Metin Öngel, kendilerine iş veren ABD’li şirketin yöneticisi Helinka Pepison ile bir Irak dönüşü Mardin’de kebap partisinde.

BİRLİKTE GÖREV

Tercüman Metin Öngel, ABD’ye iltica eden diğer tercüman Savaş Dalkılıç ile Kuzey Irak’ta birlikte görev yaptığını anlattı.
Öngel ve Dalkılıç’ın birlikte pek çok fotoğrafı var. Öngel, ABD’ye iltica eden Savaş Dalkılıç ile Tuncay Çelik’in davranışlarını doğru bulmadığını söylüyor.

KAYNAK: HÜRRİYET USA

Bu Mantıkla Terörle Mücadele Buraya Kadar

Zamanında bir başka Genelkurmay Başkanının kurmay ekibine bir not yayınlamıştık.

Büyük Türk düşünürü, yüce entellektüel, her gördüğü yeniliği ilerleme zanneden, kasaptaki ete soğan doğramayan ama kasapla köfte ekmek yiyen zat-ı muhterem Harp Akademileri'ndeki konuşmasında "farklı düşünme" adına bir örnek vereyim derken matematik ve mantık seviyesini de bütün çıplaklığı ile ortaya sermişti.

Aşağıda o notumuzun tam metnini bulabilirsiniz.


İlker Başbuğ'un dün (05 Temmuz 2010) Arena'da yayınlanan röportajını masaya yatırıp, onlarca noktasını eleştirebiliriz. Bu ülkede kurmay aklının tıkanmışlığına, kireçlenmişliğine ve körelmesine yönelik onlarca cümleyi cımbızlayıp ; yıllardan beri öne sürdüğümüz "Genelkurmay TSK'yı yönetemiyor" tezimizin altına yeni eklemeler yapabiliriz.

Yapmayacağız. Resim ortada. Sözün bittiği yerde daha fazla lafa gerek yok.

PKK'yı Çanakkale'de Türk Ordusu'na saldıran ordularla eş gösterecek bir söylem içerisinde olan Genelkurmay Başkanları; "ordu" yerine koydukları teröristlerinin siyasi uzantılarının kendilerine "sert konuşmasını" da sineye çekecekler artık.

Dünkü konuşmadan sadece bir an ; Türkiye'de eğitimin öğrenciye temel mantık kavramlarını aşılamada ne kadar yetersiz kaldığı ve Türk insanının muhakeme yeteneğinin vatandaştan, Genelkurmay Başkanına; Başbakan'dan bakanına nasıl dumura uğradığını ortaya koydu.

Hatırlarsınız Erdoğan geçenlerde "Herkes bir işçi alsa bir milyon kişiye iş bulunur" diye bir dahiyane formülle ortaya çıkmıştı.

Her işveren bir kişi işe alacaktı ve böylece Türkiye'nin işsizlik sorunu çözülmüş olacaktı. Lafazanlık insanı rakamlar dünyasından uzaklaşır ve rakamların dünyasından uzaklaşan gittikçe kendi lafazanlığına muhtaç kalır.

Erdoğan Türkiye'de 10 veya daha az işçi çalıştıran işletme oranının Türkiye'deki işletme sayısının çok büyük bir yüzdesini oluşturduğunu bilseydi veya bildiğini analiz etme yeteneği olsaydı; bir çok işletme için 1 ekstra işçinin istihdam seviyelerinde en iyi ihtimalle %10, en kötü ihtimalle ise %30-%50 istihdam artışına denk düştüğünü bilirdi.

Düşük kur politikası altında ezilmiş bir ekonomide işçi çıkarmamaya çalışan bu işletmelere 1 işçi daha al demekle küfür etmek arasında ince bir çizgi var ve Tayyip Erdoğan bu çizginin ve yediği 1 milyon küfrün farkında değil.

Çok geçmeden AKP hükümetinden yeni bir dahiyane fikir fışkırdı.

Bu sefer fikrin fışkırtanı , AB'den sorumlu bakan olup da, kendisi hakkında yazılan eleştirilere dava açan ; AB standartlarınden kendisi bile nasiplenmemiş olan Egemen Bağış'tı.

Bağış; profesyonel ordunun istihdam yaratacağı tezini savundu.

Profesyonel ordunun maliyetleri, sosyolojisi, stratejisine girmiyoruz bile.

Profesyonel ordunun yaratacağı istihdamın, ordu mevcudunun azalması ile işsizler ordusunda yaşanacak artış ile dengeleneceğini göremeyen bir bakandan sözediyoruz.

Bu ülkeyi temsil etsin diye altına onlarca imkan serdiğimiz bakan.

Ve bu dahiyane analizler , tespitler kervanına dün Arena'ya verdiği röportajla Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ da katıldı .

Başbuğ mealen şöyle dedi:

"TSK'nın terör örgütünü bitiremediği tezi yanlıştır. Bugüne kadar yaklaşık 26.000 terörist etkisiz hale getirilmiştir. Terör örgütünun mevcudunun 5 bin olduğunu varsayarsanız, TSK terör örgütünü 5 kere bitirmiş demektir"

Tekrar okuyun, yanlış okumadınız.

Matematiğin bu kadar fütursuzca kullanıldığı bir başka örnek vardır elbet ama bu kadar yakına düşenine biz rastlamadık.

Ülkenizin Genelkurmay Başkanının terör örgütünü bitirme matematiği ve bunla bağlantılı muhakemesi bu ülkeyi sevenler adına üzücü, düşmanları adına çok sevindirici bir noktada.

Bu mantıkla bakarsak; yaklaşık bir 4500 terörist daha sonra PKK'yı 6. kez bitireceğimizi müjdeleyecekleri günler de yakındır. Darısı 7. PKK'nın başına.

Zamanında bir başka Genelkurmay Başkanının kurmay ekibine bir not yayınlamıştık.

Büyük Türk düşünürü, yüce entellektüel, her gördüğü yeniliği ilerleme zanneden, kasaptaki ete soğan doğramayan ama kasapla köfte ekmek yiyen zat-ı muhterem Harp Akademileri'ndeki konuşmasında "farklı düşünme" adına bir örnek vereyim derken matematik ve mantık seviyesini de bütün çıplaklığı ile ortaya sermişti.

Aşağıda o notumuzun tam metnini bulabilirsiniz.

Başbuğ'un terminolojisi ile PKK'nın "insan kaynağı" sorunu olup olmadığını bilemeyiz ama her 5 bin teröristte bir PKK'yı bitirdiğini zanneden Genelkurmay Başkanları;

Her işletmenin bir kişiyi alması ile istihdam sorununun çözüleceğini zanneden Başbakanları;

Profesyonel ordu ile Türkiye'de işsizlik sorununa çare bulacağını zanneden Bakanları,

oldukça Türkiye'nin çok ciddi bir insan kaynağı sorunu olduğunu söyleyebiliriz.

Açık İstihbarat


Büyük Düşünür Hilmi Bey'in Kurmay Ekibine Zamanında Yayınlanan Not
Askerinin basina çuval geçirenlerle "Terör Konferansi" düzenleyen
Hilmi Özkök'ün;

bu davranisinin temel bir mantik/muhakeme hatasindan
kaynaklandigini ve bu hatayi ufak bir brifingle
düzeltmenizin çok büyük faydasi olacagini düsünmekteyiz.

Bu temel mantik/muhakeme hatasinin Hilmi Bey tarafindan nasil
içsellestirildigi Harp Akademileri komutanliginda yaptigi konusmada gizlidir.

Kendisi, olumlu bir vurgu ile "farkli düsünme" adina su örnegi vermistir.

Güney Kore'yi ziyaretim esnasinda Koreli bir gezi rehberinin sordugu su soruyu unutmuyorum;

1=5, 2=25, 3=125, 4=625 ise 5 nedir?

Bu soru aslinda bir matematik sorusu gibi görünse de, bir matematik sorusu degildir. Tamamen bir algilama ve soruya bakis açisiyla ilgilidir. Sorunun cevabi bir çogunun düsündügü gibi 3125 degil, 1'dir. Çünkü 1=5 ise 5=1'dir.

Sartlanmalarin zincirini kirmadan unutulmaz kisiler olamazsiniz.

Baştan aşağı mantık hataları ve çelişkilerle dolu Harp Akademileri konuşmasının
bu kısacık kısmı; genel konuşmanın mikrokozmosu özelliği taşımaktadır.

1) Sözkonusu olan bir matematik degil mantik sorusudur.
Dolayısı ile Hilmi Özkök'ün "bir matematik sorusu gibi görünse de" ifadesi; kendisinin görünen şeyleri algılamadaki yeteneği konusunda dinleyiciye yanlış bir izlenim vermektedir.

2) Mantiktaki "=" esitleme isareti ile; matematikteki "=" esitlik isareti
görsel olarak benzer ama içerik olarak çok farkli konumlardadir.
Daha fazla ayrinti için; rakam ve küme teorilerini inceleyebilirsiniz.

3) Bu sorunun cevabi Güney Koreli turist rehberinin belirttigi gibi "5=1" degil; "bir çoğunun düşündüğü gibi" 3125'tir.

Güney Koreli turist rehberi Genelkurmay Baskani'ni yanlis yönlendirmistir.

Ortada matematiksel bir esitlik degil (ki matematiksel bir esitlik olsaydi; bu rakam teorisi ile çelismek zorunda kalirdi) mantiksal bir eslestirme vardir.

Mantiksal eslestirmeler de; "ilginçlik" olsun diye yapilan çarpitmalara göre degil; kurulan mantik zincirinin içsel dinamigine göre ilerlerler

4) Farkli düsünme adina; her gördügü ilginçligi "degisiklik", "farklilik" zanneden Genelkurmay Baskani'nin unutulmaz adam olmak için
önce bazı "şartlanmaların", tarihsel ve teorik arka planını iyi etüd etmesi gerekir ki;

birileri gelip;

"TSK Terörle Mücadele Ediyor
ABD'de Terörle Mücadele Ediyor
Demek ki TSK ABD ile Birlikte Mücadele Etmeli"

cümlesini kurduğunda; bunu mantıklı bulup; askerinin başına çuval geçirenlerle, Terör Konferansı düzenlemesin.

Masaya beyni ile vurma iddiasinda olan Hilmi Özkök Bey'in Güney Koreli turist rehberlerinin yanlis yönlendirmeleri ile düstügü bu muhakeme/mantik
hatasindan döndürülmesi;

ABD'nin Terörü ile Mücadele Ederken;

Afganistan daglarina da;

Gabar daglarina da oglunu yollayan
bu Millet için
hayati önem arzetmektedir.

Koskoca konuşmada;

Liderlik adına;

Guggenheim ve İngiliz Tasarımcı Ross Lovegrove gibi örnekleri verip,

Mustafa Kemal'in ismini bile anmadığınız için;

masanızda yeralan Mimarlık ve Tasarım dergilerinin altında
kaybolduğunu anladığımız Nutuk'un yazarı Mustafa Kemal'in

Matematik ve Türkçe konusunda yaptığı ve yaptırdığı
çalışmaları; Hilmi Özkök'ün Bey'in içselleştirdiği anlaşılan
matematik ve mantık hatalarını düzeltmesi adına tavsiye ederiz.

Mustafa Kemal;

Guggenheim ve İngiliz Ross Lovegrove kadar değerli bir tasarımcı olmasa da;

Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök Bey'in bir sonraki liderlik konuşmasında örnek olabilecek bir kaç nacizane çalışması
olmuştur.

Kendisi değerli bir insan olup;

dikkatli bakarsanız arkanızdaki duvarda boydan bir portresinin olduğunu farkedeceksiniz.

Bundan sonraki çalışmalarınızda; arasıra da olsa kendisinden ilham almanız;

Millet'i fazlası ile mutlu edecektir.

1 Temmuz 2010 Perşembe

Cuntanın Silahı: PKK

Evet, yine terör... Daha cesur tarifler yapılmadan da terör bitmeyecek. İfşa etmenin vakti gelmedi mi? Karşımızda postal giyen bir PKK var artık!...
Evet, yine terör... Daha cesur tarifler yapılmadan da terör bitmeyecek. İfşa etmenin vakti gelmedi mi? Karşımızda postal giyen bir PKK var artık! Terör görünümlü bu cunta faaliyeti ile yüzleşmeliyiz. PKK, son eylemleriyle cuntanın taşeronluğunu yapıyor. Son saldırılarla artık apaçık ortaya çıktı ki Türkiye, terör görünümlü bir darbe faaliyeti ile mücadele ediyor. 2000’den sonra sivil iradeye kayan siyasi eksen terör üzerinden askerî vesayete çekilmeye çalışılıyor.

Yeniden tırmanan terör, metropolleri de vurmaya başladı. Geçen hafta, İstanbul Halkalı’da biri sivil 5 kişinin hayatını kaybettiği bir bombalı saldırı düzenlendi. Gelinen noktada herkesin aklında iki soru var. Büyük umutlarla başlanan açılım süreci bitti mi ve neler oluyor? Bu sorulara eski bir özel harpçinin sözleri ile cevap aramaya başlayalım: “Mukavemetin en verimli tohumunun zulüm olduğu bilinmelidir. Bazen gayrinizami kuvvetlerin, bu gerçeği bile bile sahte operasyonlarla halkın mukavemet cephesine iltihakına çalışılır. Halkı mukavemetçilerden ayırmak için sanki ayaklanma kuvvetleri tarafından yapılıyormuş gibi, mücadele kuvvetlerince zulme kadar varan haksız muamele örnekleri ile sahte operasyonlara başvurulması tavsiye edilir.” (Eski Özel Harp Dairesi Başkanı Tümgeneral Cihat Akyol, Türk Silahlı Kuvvetleri Dergisi, Mart 1971)

Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca asker-kurucu zihniyet açısından sivil irade hep “mukavemet cephesi” olarak algılandı. Bu hastalıklı algı açısından sivil iradenin yönetime hâkim olması son dönemlerin moda deyimiyle “eksen kayması”ydı. Laiklik ekseninden, çağdaşlık ekseninden, Cumhuriyet ekseninden kayıyordu ülke… Sahte tehdit mekanizmaları üzerinden üretilen terminolojilerle halk bu illüzyona inandırılmaya çalışıldı. İllüzyonun aygıtları bazen çok kanlı da olabiliyordu. Tümgeneral Cihat Akyol’un yukarıdaki sözleri Cumhuriyet tarihindeki ne çok olaya işaret ediyor değil mi? Halkı sivil iradeden, demokrasi mücadelesinden ayırmak için üretilen terör örgütü senaryoları, eylemler, bombalamalar, katliamlarla dolu toplumsal hafıza. Formül basit: Şiddet tırmanacak, siyasi iktidar bu şiddet eylemleri üzerinden sıkıştırılarak çalışamaz hâle getirilecek, ortaya yönetim zaafı çıkacak ve asker yavaş yavaş iktidarın yolunu tutacak. Tabii bu hemen olmaz. Önce sıkıyönetim veya olağanüstü hâl gibi prosedürlerin uygulanması lazım ki darbeye giden yolda taşlar daha rahat döşenebilsin. Tıpkı 1978’de Maraş katliamından üç gün sonra sıkıyönetimin ilan edilmesi gibi. Tıpkı 2003 yılına ait Balyoz darbe planında PKK ve El Kaide’ye eylem sipariş edilip OHAL ve sıkıyönetimin yolunun açılması için tertipler yapılması gibi. Önce terör ve şiddet tırmanacak, ardından davetiye beklenecek. Çaresiz halk yüzünü askere çevirecek. Onlar da ne yapsın? Bu vatan hizmetine seve seve katlanacaklar! Bu, bazen 12 Mart gibi yarım veya 28 Şubat gibi postmodern de olabilir. Bazen darbe gerçekleşmese bile siyasi iktidara haddi bildirilmiş olacak. Ama neticede senaryonun sonunda sivil iradeye kayan eksen yeniden yerli yerine oturtulacak! Senaryonun detaylarını merak edenlere son yıllarda ortaya saçılan darbe planlarına göz atmalarını tavsiye ediyoruz.

Türkiye’nin bugün de yaşadığı tüm bu sıkıntıların temelinde aynı mücadele var. Terör kılığına bürünmüş bir toplum mühendisliği ile karşı karşıyayız. Sivil irade ile askerî vesayet arasında süregelen mücadele her dönem farklı argümanlar veya gerekçeler üzerinden yürütüldü. Sivil iktidarı köşeye sıkıştırma argümanları arasında irtica, bölücülük, dış bağlantı ve ihanet söylemlerini sıralayabiliriz. Bu mücadelenin demirbaşları arasında elbette teröre endekslenen Kürt meselesi de her zaman oldu.

Kürt meselesi veya ona bağlı süreçler sadece hadisenin kendi boyutuyla da sınırlı değil. İç siyasi dengeler açısından hemen her konuda zaman zaman bir manivela görevi gördü. Cumhuriyet tarihi açısından bakıldığında bu durum kuruluş yıllarına kadar gider. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın tasfiye edilmesine gerekçe olarak Şeyh Said İsyanı’nın kullanılmasından tutun da günümüzdeki reform sürecine kadar pek çok kritik kavşak ve süreçte bu mesele üzerinden stratejiler geliştirildi.

Son dönemlerdeki mücadelenin de yine Kürt meselesi etrafında şekillendiği gözüküyor. PKK, Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) yoluna girdiği 2000’li yıllardan itibaren iç siyasette giderek ağırlık kazanan sivil iradeyi hedef almaya başladı. Terörle mücadelede inisiyatifin sivillerin eline geçmeye başlaması PKK’nın son yıllardaki azgınlığının en önemli nedenlerinden biri. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın dilinden düşürmediği “Şiddetin esiri olmayacağız!” ifadesinin çok derin anlamları var. Bugün, her ne kadar gündemde dış politika üzerinden ısıtılan bir “eksen kayması” tartışması olsa da, asıl eksen hesabı iç siyaset üzerinden yürütülüyor. AB süreci ve Türkiye’nin uzun yıllar sonra kavuştuğu tek parti iktidarı ile yakalanan istikrar ve demokratikleşme dönemi eski senaristleri son bir hamleye itmiş gözüküyor. PKK terör örgütünün 4 yıllık suskunluktan sonra yeniden taşeronluğa başlaması hep bu can çekişmenin ürünü. Türkiye, yakın tarihinde onlarca kez yaşadığı “sivil iktidara terör üzerinden balans ayarı verme” taktiği ile yeniden karşı karşıya. Bu meyanda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Mayıs 2010’daki Sarıyayla baskınının ardından yaptığı açıklamada Tunceli’de, Lice’de Mehmetçiğe tetik çeken zihniyet ile Taksim’de 1977’de işçinin üzerine kurşun yağdıran zihniyet arasında hiçbir fark olmadığını söylemesinin çok derin bir anlamı var. Erdoğan aynı konuşmada “Çorum’u, Kahramanmaraş’ı, Gazi Mahallesi’ni, Sivas’ı kana bulayan zihniyet ile Danıştay’da kan döken zihniyet arasında hiçbir fark yoktur.” diyordu. Başbakan darbeye zemin hazırlayan Maraş, Çorum olayları ile Danıştay ve son dönemdeki PKK eylemlerini aynı potada değerlendiriyor ve bu eylemlerin arkasındaki gizli ele işaret ediyor. Anlaşılan Başbakan da sivil iktidara yönelik bu balans ayarının nerelere dayandığının farkında. PKK’nın Ergenekon süreci ile birlikte giderek netleşen taşeron ve maşa kimliği zihinleri bu anlamda netleştirmiş durumda. Zaten Başbakan da geçtiğimiz hafta AK Parti grup toplantısında yaptığı konuşmada buna işaret etti: “Ne yazık ki bütün hükûmetler terör örgütü karşısında hep geri adım attı. Görüyorsunuz, duyuyorsunuz eli kanlı terör örgütü, hiç tahmin edilemeyecek, yan yana gelmesi tahayyül dahi edilemeyecek başka birtakım kirli odaklarla işbirliği içinde, koordinasyon içinde çalışmış ve çalışmaya devam ediyor. İddianameler ortada, deliller ortada; açığa çıkan gerçekler ortada... Biz geri adım atmayacağız.”

Başbakan 15 Haziran’daki grup toplantısında ise oluşturulan ittifaka dikkat çekti. Millî Birlik ve Kardeşlik Projesi olarak tanımladığı demokratik açılım ile Anayasa değişikliğine CHP, MHP, BDP, PKK ve İmralı’nın ittifak hâlinde karşı çıktığını söyleyen Erdoğan, “Bu ittifakın, bu örtüşmenin ne anlama geldiğini eminim ki benim tüm vatandaşlarım en iyi şekilde değerlendirecek ve kararını da ona göre verecektir.” dedi. Başbakan Erdoğan’ın açıklamasındaki vesayet ve zamanla vurgusu manidardı.

“Bütün hükûmetler terör örgütü karşısında hep geri adım attı.” diyen Başbakan kendilerinin buna asla teslim olmayacaklarının altını ısrarla çiziyor. Başbakan’ın gönderme yaptığı bu tespitin arkasında çok önemli tarihî virajlar var. Bu pencereden bakıldığı zaman 12 Eylül Darbesi sonrasında sivil iradenin iktidara geldiği 1983’ten hemen sonra silahlı mücadelenin başlamış olması da tesadüf değildi. Daha sonra da sivil iradenin gündeme geldiği her dönem PKK ile mücadelede çok kanlı olaylara sahne oldu. Bunun için 1990-1995 dönemini iyi tahlil etmek gerekiyor. Dönemin başbakanı Süleyman Demirel 1991 yılında Diyarbakır’a giderek “Kürt realitesini tanıyoruz.” dedi. Açıklama ile birlikte Kürt meselesinde sivil iradenin devreye gireceğine dair umutlar oluştu. Bir önceki yıl 92 asker şehit olmuşken 91’de bu sayı iki buçuk katına çıkarak 213’e yükseldi. Nitekim Demirel bu gelişmelerden sonra Kürt meselesinde inisiyatifi askere teslim etmek zorunda kalacaktı: “Hüsamettin Cindoruk: Demirel bu işi askere havale etti. Daha başbakanken böyle yaptı. Demirel tahaffuz hissi içinde. Yani kendini saklamak istiyor.” (Hasan Cemal, Türkiye’nin Asker Sorunu, S. 190, Doğan Kitap)

Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın sivil arayışlara girdiği 1992 yılında terör hadiseleri tekrar katlandı. Türkiye 1992 yılında 444 asker, 144 polis, 167 köy korucusu şehit verdi. Şırnak, Lice baskınları gibi kanlı olayların meydana geldiği 1992 yılı aynı zamanda PKK’ya en fazla katılımın yaşandığı dönemdi. Dağdaki militan sayısı çift basamaklı rakamlarla ifade edilmeye başlandı.

OHAL’in kaldırılması ve PKK’ya genel affın gündeme geldiği 1993 yılı Türkiye’nin yakın tarihine büyük şiddet eylemleri ile kazındı. 33 er, Sivas, Başbağlar, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis olayları bunlardan bazıları. Sivil iradenin arkasındaki en güçlü isim olan Turgut Özal şüpheli şekilde öldü.

Aynı yıl Başbakanlık koltuğuna oturan Tansu Çiller “Bask modelini” önererek hızlı bir başlangıç yapsa da 3 ay içinde “ya bitecek ya bitecek” noktasına getirildi. 93’ün kanlı bilançosu ise şöyle: 487 asker, 28 polis, 156 köy korucusu şehit. OHAL’in kaldırılması da uzun yıllar bir daha gündeme gelmedi.

1993 yılından sonra terörle mücadelede inisiyatif tamamen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin eline geçti. Ve süreç tarihinde hiç olmadığı kadar kanlı bir hâl aldı. 1994 yılında tam 794 asker, 43 polis, 256 korucu şehit oldu. Binlerce köy yakılarak boşaltıldı. 12 bin sivil sınır dışına kaçtı. 1995’te 615 şehit verildi. Kanlı sürecin sivillere dönük yüzü ise çok ürkütücüydü. Binlerce faili meçhul, kayıp, işkencede ölüm…

1993-96 sürecinde tırmanan şiddetle beraber Kürt meselesinin tamamen Türk Silahlı Kuvvetleri’ne havale edilmesi askerin iç politikadaki etkisini giderek artırdı. Zayıflayan siyasi irade, 1996’da patlak veren Susurluk skandalını dahi demokrasi fırsatına çeviremedi. Öyle ki şüpheli askerleri ifadeye bile çağıramadı Türkiye Büyük Millet Meclisi. Süreç, Türkiye’nin askerî vesayet problemini giderek derinleştirdi. Nitekim 1997’de de literatüre 28 Şubat olarak geçen örtülü bir darbe yaşandı. Şiddete direnemeyen her iktidar askerî vesayete boyun eğmek durumunda kaldı.

2000 yılından sonra gelişen ve bugünlerde giderek tırmanan sürece de bu perspektiften bakmak gerekiyor. Zira, PKK’nın son eylemlerini iç siyasi operasyonları ve Ergenekon cephesini hesaba katmadan bir yere oturtmak mümkün değil. Abdullah Öcalan’ın, PKK’nın, KCK’nın tüm açıklamalarında hükûmet hedef alınıyor. Siyasi iktidarın demokrasi ve hukuk devleti adına yapmaya çalıştığı her hamlede örgüt devreye giriyor. Örgütün son yıllardaki tüm eylemleri gündem ayarlı. Söylemleri ise Türkiye’deki Ergenekon ve statüko yanlılarının söylemleriyle bire bir örtüşüyor. Son birkaç aydır şiddetin Anayasa reformu çalışmaları paralelinde tırmanması tesadüf değil. Hükûmetin Anayasa paketinin hazırlıklarına başladığı dönemde Abdullah Öcalan’ın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan için “Sonu Özal gibi olur!” demesi pek çok şeyi açıklıyor. CHP ve MHP ile aynı safta görünme pahasına parlamentoda değişikliklere direnen BDP’nin tavrı yaşanacakların habercisi giydi. PKK, Öcalan’ın direktifleri doğrultusunda gelişmelere paralel olarak şiddeti kademe kademe artırdı. Anayasa paketi Meclis’ten geçtikten sonra da 1 Haziran’dan itibaren geçerli olmak üzere terörün derinleştirilmesi emrini verdi. Son bir ayda yaşananlar ise ortada. Öyle gözüküyor ki bu kanlı direnç referandum tarihine kadar da sürdürülecek.

PKK açısından 2000 yılı sonrasının farklı bir yönü daha var. 1999 yılına kadar her ne kadar belirli süreçlerde karşılıklı menfaat bağlamında bir eylem birlikteliğinden bahsedilse de Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ardından bu durum amaç birliği noktasına taşındı. Vesayetçiler açısından, AB süreci paralelinde güçlenen sivil iktidar olgusu; PKK açısından ise Kuzey Irak’ta temelleri atılan bir “Kürdistan” tehlikesi bu amaç birliğini oluşturan ana unsurlar.

Son olaylarla eksen provokasyonunun kilit rolü Abdullah Öcalan-PKK ikilisine verilmiş gözüküyor. Peki bu hâle nasıl gelindi?

10-11 Aralık 1999’da Helsinki Zirvesi’nde Avrupa Birliği’ne aday ülke olarak kabul edilen Türkiye’nin önünde yeni bir sayfa açıldı. Türkiye bu tarihten itibaren demokratikleşme adına önemli adımlar atmaya başladı. 1987’den beri yürürlükte olan ve çeşitli tarihlerde tam 46 kez uzatılan olağanüstü hâl uygulaması Kasım 2002’de tamamen kaldırıldı. Düzenlemelerden Öcalan da nasibini aldı. Hakkında verilen idam cezası, Ağustos 2002’de AB’den gelen talepler doğrultusunda ölüm cezasının kaldırılması üzerine ömür boyu hapse çevrildi. 2002’de üç, 2003’te 4 uyum paketi Meclis’ten geçti. Düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında Türk Ceza Kanunu’nun 159 ve 312. maddeleri ile Terörle Mücadele Kanunu’nun 7 ve 8. maddelerinde yapılan değişikler önemli reformlar içeriyordu. DGM’lerdeki 15 gün olan gözaltı süresinin 4 güne indirilmesi, özel hayatın gizliliği, haberleşme ve konut dokunulmazlığına güvence getirilmesi, işkence ve kötü muamele sebebiyle AİHM’nin hükmettiği tazminatların bu suçları işleyen görevliler tarafından karşılanması hükmü, parti kapatmanın zorlaştırılması, Basın Kanunu’ndaki “yasaklanmış dil” kavramının kaldırılması, Anadilinin öğrenilmesi için Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı özel kurs izni verilmesine ilişkin düzenleme, RTÜK Yasası’nın anadilinde yayın yapılmasını yasaklayan 4’üncü maddesine de “Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde de yayın yapılabilir” hükmünün getirilmesi sivilleşme yolunda önemli adımlardı.

Genelkurmay başkanının millî savunma bakanına bağlanması, Milli Güvenlik Kurulu’nun yapısının değiştirilmesi ve DGM’lerin kaldırılması da AB’nin talepleri arasında bulunuyordu. Nitekim genelkurmay başkanının protokoldeki yerine dokunulamasa da diğer ikisi hayata geçirilebildi. Gerilimin bir diğer cephesi de Kıbrıs meselesinde yürütülüyordu.

Diğer taraftan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Kasım 2002’de tek başına iktidar olması dengeleri tamamen değiştirmişti. 1993’ten beri giderek derinleşen askerî vesayet, ipleri güçlü bir sivil iktidara teslim etmek istemiyordu. 2003-2004 gerilimin zirve yaptığı yıllar olarak tarihe geçti. 2004 sonundaki AB’ye tam üyelik kararı öncesi Türkiye olağanüstü dönemlerden geçti.

Yaşananlar vesayetçi statükonun can damarına dokunuyordu. Yıllar sonra bir siyasi parti çok güçlü bir halk desteği ile tek başına iktidara geliyordu. Üstelik bu parti “mukavemet cephesindeki” Adalet ve Kalkınma Partisi’ydi. Dolayısıyla eksen kaymasına karşılık hemen harekete geçilmeliydi. 2003-2004 yılları darbe senaryolarının havada uçuştuğu bir dönemdi. Türkiye yıllar sonra öğrendi ki bu iki yılda en az 5 darbe tehlikesi atlatmıştı. En etkili olanı AK Parti’nin iktidara gelmesinden 4 ay sonra emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın komutanlığındaki 1. Ordu Komutanlığı’nda hazırlanan Balyoz Darbe Planı’ydı. Bu plan kabataslak daha önce belirttiğimiz senaryonun versiyonuydu. Önce çeşitli terör örgütlerinin eliyle şiddet tırmandırılacak, ardından EMASYA protokolü çerçevesinde asker sokağa çıkacak, sonrası sıkıyönetimin ilanı ve darbe. Bu planda PKK ve El Kaide’nin eş zamanlı eylemler düzenlenmesi öngörülüyordu. 2003 yılının sonlarına doğru İstanbul’da El Kaide’ye dayandırılan eş zamanlı 4 bombalı eylemin gerçekleştirilmesi bir rastlantı mıydı? Yine 4 yıldır suskun kalan PKK’nın ilk eylemini bu plandan yalnızca 3 ay sonra Temmuz 2003’te gerçekleştirmesi tesadüf müydü? Aynı süreçte dönemin Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral Şener Eruygur’un başını çektiği ve başka kuvvet komutanlarının da içinde bulunduğu Ayışığı, Sarıkız, Eldiven gibi darbe planları de senaryo aşamasındaydı. Yıllar sonra Abdullah Öcalan’ın açıklamalarından öğrendik ki o yıllarda İmralı’da askerî kanatla pek çok görüşme gerçekleşmişti. Darbe planlarının neden başarısız olduğu ise daha sonra ortaya çıkan dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’e ve Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay’a ait darbe günlükleri ile deşifre oldu. 2002-2006 yılları arasında Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda oturan emekli Orgeneral Hilmi Özkök darbeleri engellemişti.

PKK’nın 2003 yılından itibaren şiddeti tekrar tırmandırmasının başka nedenleri de vardı. ABD 2003 yılındaki Irak işgali sırasında kendisi ile ittifak kuran Kürt bölgesinde ayrı bir devlet oluşumunun temelini attı. Bu oluşum sadece Türkiye’yi rahatsız etmiyordu. İmralı da hareketliydi. 2003 yılında avukatları ile yaptığı görüşmede şunları söylüyordu: “Türkiye’nin yumuşak karnı Kuzey Irak’tır. Burada milliyetçi Kürtler eliyle İngiliz ve ABD tarafından bağımsız bir Kürt devleti kurulmak isteniyor. İsrailvari bir Kürt devleti kurulmak isteniyor ve bu kuzeyi de (Türkiye) kapsayacaktır. Devletin buna dikkat etmesi gerekir.” 2004 yılına ait bir başka görüşme notu ise Öcalan’ın zihin yapısını daha net ortaya koyuyor: “Bunların savaş çıkarmayacakları, Şeyh Sait gibi yapmayacakları ne malum? Barzani ve Talabani kırk yıl sessiz kaldılar, sonra da Irak’ı bu hâle getirdiler (...)Türkiye’nin önüne derinleştirilmiş Sevr’i koyacaklar.” Öcalan’ın Mesud Barzani kimliği üzerinden kullandığı argümanların Türkiye’deki derin devlet algısı ile aynı olması da şaşırtıcıydı: “Barzani ailesi Sabetaycı bir kökenden geliyor, onun için Yahudilerle özel ilişkileri vardır.” (Öcalan, 2003 görüşme notları)

2002 yılından itibaren giderek derinleşen kanlı süreçte farklı cephelerde gibi gözüken yapılar arasında çok güçlü bir amaç ve eylem birlikteliği söz konusu. Özellikle Ergenekon süreci ile birlikte bu amaç ve eylem birlikteliği daha görünür hâle geldi. Ergenekon iddianamesinde ortaya çıkan belgelerden Türkiye “naylon terör örgütü” kavramı ile tanıştı. PKK, DHKP-C, MLKP, Devrimci Karargâh gibi pek çok örgütün Ergenekon’la ilişkileri tespit edildi. PKK’nın 2004 yılından itibaren silahlı mücadeleyi derinleştirmesinin Ergenekon süreci ile doğrudan bağlantısı bulunuyor. Aynı yıllardan itibaren mantar gibi türeyen ulusalcı derneklerle beraber Türkiye bir Kürt-Türk çatışmasına çekilmeye çalışıldı. Geçtiğimiz hafta başında İstanbul Halkalı’da askerî servis aracına düzenlenen saldırıyı üstlenen PKK’nın derin kolu TAK ve üst organı KCK da bu süreçte kuruldu.

2004 sürecinde PKK’ya bazı iç operasyonlar da düzenlendi. PKK’nın derin troykası olarak bilinen Duran Kalkan, Mustafa Karasu, Ali Haydar Kaytan etkin hâle getirildi. Bu kadroya daha sonra Sabri Ok da katıldı. Silahlı mücadele karşıtı olan Halil Ataç, Osman Öcalan, Nizamettin Taş, Faysal Dunlayıcı gibi isimler 750 militanla beraber örgütten ayrıldı. Osman Öcalan geçtiğimiz hafta bir gazeteye yaptığı açıklamada Ergenekon’un PKK yönetiminde etkin hâle geldiğini söyledi. PKK’ya hâkim olan derin troyka ulusalcı fikirleri ile biliniyor. Onlara göre de (tıpkı yerli statükocular gibi) AK Parti, İslamcı özelliklere sahip bir parti ve niyeti Türkiye’yi geriye götürmek. Bu isimler İslamiyet’e ve dindar yöneticilere karşılar. PKK’nın savaştan yana bir çizgi izlemesini, örgütün belirlenmiş zamanlarda eylem yapmasını istiyorlar. Son aylarda Türkiye’nin dengelerini sarsmaya çalışan eylemlerin arkasında bu kadro var.

PKK 2004 yılında ayrıca KCK diye yeni bir yapılanmaya gitti. KCK’nın Türkiye meclisinin başına ise derin bağlantıları ile bilinen Sabri Ok getirildi. Türkiye’de ulusalcı derneklerin mantar gibi çoğaldığı bir dönemde PKK da bu yapılanma ile kent merkezlerinde araç kundaklama, taş atma, molotofkokteylli eylemlerle gerginliği artırma üzerinden bir hareket alanı oluşturdu.

KCK faaliyetleri paralelinde gerçekleşen yeni eylemler geçmişe nazaran bazı farklılıklar gösteriyordu. Bu gelişmeler karşı cephede şiddet ve sertlik yanlılarının da elini güçlendirdi. Bu meyanda sivil iradeye terör üzerinden dizayn verme çabalarının simgesel yıllarından biridir 2005. Türkiye genelinde ayrışmayı tetikleyen çok farklı provokasyonlar devreye sokuldu. 21 Mart 2005 tarihinde yapılan Nevruz kutlamalarında Mardin ve Mersin’de bayrak provokasyonu yaşandı. Devamındaki 4 yılda 39 linç hadisesi tertiplendi. Mantar gibi çoğalan ulusalcı dernekler şiddetin karşı cephesini tamamlıyordu.

Çeteler ve terör üzerinden siyasi dizayn arayışında olan çevreler açısından 2006 ve 2007 yılları tam bir kırılma noktası oldu. Mayıs 2006’a yaşanan Danıştay saldırısında derin cephenin suçüstü yakalanması süreci geri çevirdi. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçim sürecinde yaşanan gerilim zihinlerdeki eksen kaymasını da noktaladı. Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde 27 Nisan muhtırasına karşı siyasi iradenin dik durması statükonun kalesini bir daha asla onarılamayacak şekilde yıktı. Tüm badire ve komplolara rağmen sivil cumhurbaşkanı seçilmesi engellenemedi. Genel seçim sonuçları ise halkın demokrasiye ve hukuk devletine inancının simgesiydi.

Haziran 2007’de başlayan Ergenekon soruşturması ile birlikte Türkiye karanlığın gerçek yüzüyle yüzleşme şansını yakaladı. Ancak bu süreçle birlikte köşeye sıkışan derin çevreler de şiddet çıtasını yükseltti. PKK’ya biçilen rol ise daha da derinleştirildi. Terör; soruşturma ve kovuşturmanın her kritik evresinde inisiyatif almaya çalıştı. Yeni cunta hücreleri faaliyete geçti. 2009 tarihli ‘İrtica ile Mücadele’, ‘Kafes’ gibi darbe planları cunta yapılanmalarının aktif olduğunu gösterdi. Diğer taraftan PKK ile mücadelede bir zaaf oluşturulduğu tezi işlenmeye çalışıldı. Ergenekon sürecinde PKK’nın derin bağlantılarının deşifre olması ve cunta yapılanmalarının yargı önüne çıkması karşısında farklı senaryolar gündeme getirildi. Bu çaba hâlâ devam ediyor. Ergenekon sanıklarına destek veren Cumhuriyet Halk Partisi İzmir Milletvekili Selçuk Ayhan geçen hafta İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın cevaplaması talebiyle TBMM Başkanlığı’na soru önergesi verdi. Ayhan şunları soruyordu: “Ergenekon ve Balyoz davaları iddianamelerinde yer alan iddialar kapsamında, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne mensup subayların gözaltına alınması ve yaşanan sürecin, terörle mücadele azim ve kararlılığı noktasında, psikolojik olarak zarar verdiği ve zaafa uğrattığı iddiaları doğru mudur?”

PKK Mekap ayakkabısıyla özdeşleşmiş bir örgüt. Ancak, son yıllardaki görünümüyle diyebiliriz ki karşımızda artık ‘postallı PKK’ var. Örgütün son yıllara damgasını vuran eylemlerindeki istihbarat zaaflarını, zamanlamayı, hedefleri, askerin eksikliklerini başka türlü anlamlandırmak mümkün değil. Sivil irade, sipariş PKK eylemleriyle cendereye alınmaya çalışılıyor.

Son dönemde moda bir deyim var. “Demokratik açılım terörü azdırdı” deniyor. Bu söylemin demokrasi ve hukuk devleti karşıtlarının diline pelesenk olması eylemlerin perde arkasına da işaret ediyor. PKK terör örgütü de bu iddiada bulunanları mahcup etmemek için çırpınıyor âdeta. Üstelik müthiş bir zamanlama strateji ile. Eylemlerden bazıları da imece usulü! Birkaç örnek verelim: Sınır ötesi operasyon tezkeresinin Meclis gündemine geldiği 2007’de Beşağaç, Şırnak ve Dağlıca saldırıları arka arkaya geldi, bir ayda 40 şehit verildi. Mayıs 2007’de “367 kararı”na takılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapıldığı hafta Ankara Ulus’ta patlama, Temmuz 2008’de AK Parti kapatma davasının Anayasa Mahkemesi’nde görüşüldüğü hafta Güngören saldırısı (saldırıdan iki gün önce Ergenekon iddianamesi mahkeme tarafından kabul edildi), Ekim 2008’de Cumhurbaşkanlığı referandumunun yapıldığı gün Aktütün baskını (aynı hafta süresi biten tezkerenin bir yıl uzatılması Meclis gündemindeydi, Ergenekon davasının ilk duruşması 20 Ekim’de yapıldı), Nisan 2009’da Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un boş LAW silahı ile kameraların karşısına çıktığı gün Lice’de mayınlı saldırı, Mayıs 2009’da demokratik açılımın başladığı ve mayın temizleme yasa tasarısının Meclis’e geldiği gün Çukurca mayını, Aralık 2009’da DTP kapatma davasının görülmeye başlanmasından bir gün önce Reşadiye pususu… Ve en son yapılmaya çalışılan Anayasa reformu ile birlikte peş peşe gelen saldırılar…

PKK, Başbakan Erdoğan’ın deyimiyle taşeron rolünü sahiplenmiş durumda. Ancak bu taşeronluk dış bağlantılı olduğu kadar iç bağlantılara da sahip. Zira eylemleriyle tam da içerideki cuntacıların istediği ortamı hazırlıyor. Dış politikadaki ‘eksen kayması’ hesaplarının iç politikadaki eksen kayması ile de doğrudan bağlantısı var. Demokratik açılım başladığından beri terör daha da azmış durumda, açılımı engellemek ve süreci tıkamak için. Çünkü her demokratik hamle örgütün elini biraz daha zayıflatıyor. Ve bugün her zamankinden daha fazla açılım ihtiyacı var. Geri dönüş; demokrasi, hukuk devleti ve sivil irade adına Türkiye’nin siyasi intiharı olur.


Kaynak: Aksiyon

30 Haziran 2010 Çarşamba

Atatürk'le İlgili Bilinmeyenler

Alman tarihçi Klaus Kreiser'in yazdığı "Atatürk" adlı biyografi, Atatürk'le ilgili bilinmeyenleri ortaya koyuyor...

Kreiser, bu farklı çalışmasında Atatürk'ü zamansal ve mekânsal bir bağlam içine oturtarak daha önceki Atatürk biyografilerinin önüne geçiyor.

Meraklıları için, okunacaklar listesinde ilk sıraya konulması gereken kitapta, Atatürk'le ilgili az bilinen veya hiç bilinmeyen detaylara da yer veriliyor.

İşte "Atatürk" kitabından o detayların bir bölümü:

KEMAL NEDEN KAMAL OLDU?
Cumhurbaşkanı, kendisine Atatürk soyadının verilmesinin ardından giderek artan bir yoğunlukla dilbilimsel buluşlarla uğraştı. Örneğin okul günlerinde edindiği addan pek memnun olmadığından Kemal'in Kamal'a çevrilmesini emretti. Eski Türk dillerinde 'kamal' sözcüğü 'kale' veya 'kuşatma' ve 'kaya' anlamında karşımıza çıkıyor. Kamal'ın büyük ünlü uyumuna uygun oluşunun yanı sıra bu manalar da Atatürk'ü yeni ad olarak onu seçmeye teşvik etmiş olabilir. Böylece Osmanlı olan her şeyden uzaklaşmanın bir işareti daha verilmiştir ki, buna Namık Kemal gibi ilerici bir vatansever de dahildir. Partinin ideologları da, hemen hareketi Kamalizm şeklinde adlandırmaya girişmişlerdir.

ASKERİ RÜŞDİYE'DE HANGİ DERSTEN TAM PUAN ALAMADI?


Askeri arşiv, Mustafa Kemal'in Askeri Rüşdiye'nin dördüncü ve son sınıfında elde ettiği puanlara göre aldığı notları bir liste halinde muhafaza etmiştir: Son sınıfta bütün derslerde en yüksek notu (45 ya da 20 puan) almıştı; tek bir istisnayla: "İslam Tarihi" dersinde 45'e ulaşmasına iki puan kalmıştır. Bu talebenin 1922 yılında "Saltanat ve Hilafet" konularında Meclis'teki milletvekillerine bir saatlik bir tarih dersi vereceğini o günlerde kim bilebilirdi?

İKİ KURUŞA BİR MAŞRAPA İÇKİ
Mustafa Kemal Manastır'daki yıllarının karanlık bir yanını sonradan Hasan Reşit'e (Tankut, 1891 – 1980) şu sözlerle anlatmıştır:

"Küçük yaşta öksüz kaldım. Güçbela okudum. Daha çocukken içkiye dadandık. Fakat o zamanlarda da ben çok içmedim. Devamlı içtim... Yatılı askeri okula verdiler. Annem bana günde iki kuruş gönderirdi. Okulun kapıcısı borazan çavuşluğundan emekli bir hoca idi. Bu iki kuruşu ona verirdim. Kırk parasını o alır, kırk parasıyla teneke bir maşrapa içinde içki getirirdi."

İddiaya göre öğretmenleri durumdan haberdardı. Ona ceza vermeyi düşünmediler ama mezun ederken, içki içtiğini ve bunu kimden tedarik ettiğini bildiklerini, Harp Okulu'nda buna fırsat bulamayacağını ve bu alışkanlığından vazgeçmesinin iyi olacağını söylediler.

FRANSIZCA'SINI NASIL DÜZELTTİ?
Mustafa Kemal daha Selanik'teyken çok parlak olmasa bile çalışkan bir Fransızca öğrencisiydi fakat telaffuzla hep problemi vardı. İstanbul'un cemiyet hayatına geç adım atışı yüzünden belli yerlerde "o" harfinin yerine "u" koyan Rumeli ağzından tam olarak kurtulamamıştı. Arapça imlâda o/u/ö/ü harfleri arasında ayrım yapılmazdı; bu nedenle Türkçe'nin Latin harfleriyle yazımına geçildikten sonra bir notta "okudum" yerine "Ukudum" yazdığını da görürüz.

Selanik'teki tatil günlerini Lazaristler'in College des Freres de la Salle isimli okulunda Fransızca'sını düzeltmeye çalışarak geçiriyordu. Lazaristler aslen Ortodoks Bulgarlar arasında Katolik Kilisesi'ne, "kurtarılmış ruh" kazanmayı görev edinmiş misyoner bir mezheptir. Mustafa Kemal'in tatillerinde gönüllü olarak bu okula gidip ders çalışması hiç de alışılagelmiş bir davranış biçimi değildir.

GENÇ SUBAYLARIN ELİNDEN DÜŞÜRMEDİĞİ KİTAP
Harbiye'de Almanca dersini askerî öğrencilerin pek sevdiği Tahir Bey okuturdu. Goltz'un Das Volk in Waffen. Ein Buch über Heerwesen und Kriegsführung in unserer Zeit (1883 – Silah Altındaki Millet. Ordu ve Savaş Yönetimi Üzerine Bir Kitap) adlı kitabını yayımlandıktan hemen bir yıl sonra Türkçe'ye tercüme etmişti (Millet-i Müsellaha). Genç subaylar milleti tekrar yükseltme mücadelelerinde feyzaldıkları kitabı ellerinden düşürmüyor, onu bir Kuran gibi hatmediyorlardı. İsmet Paşa (İnönü) Edirne'de konuşlandığı dönemde eserin tercümesinden faydalanarak Almanca bilgisini geliştirmiştir. Kitabın etkisi Cumhuriyet döneminde de uzun süre devam etti. 1930 yılında basılan ve ileride ele alacağımız "Yurttaşlık Bilgisi" kitabı, Millet-i Müselleha'dan geniş alıntılar içerir.

Akaid-i Diniye ve İlm-i Ahlâk dersleri Harbiye'de başlangıçta yoktur ama 1900'den itibaren müfredatın ayrılmaz parçası haline gelirler. Askeri talebeler günde beş vakit namaz farzına mutlaka uymak mecburiyetindeydi. Padişah Ramazan'da talebelere bir iftar yemeği verirdi; bu yemekle beraber "diş kirası" olarak bir altın gelirdi.

"EĞER ŞİİRE VE RESME EMEK VERSEYDİM..."
Bir Büyükada gezisinde arkadaşı Ali Fuad'a şöyle der:

"Fuat," dedi. "Emin ol riyaziyeye verdiğim emek kadar şiire ve resme emek verseydim, beni Mekteb-i Harbiye'nin dört duvarı arasında kapanmış bulmazdın. Mehtaplı gecelerde mektepten kaçar, buralara gelirdim. Şiir yazardım, sabahın ilk ışıkları ile de resme başlardım."

Ancak onu bu yüzden içli bir genç adam olarak tahayyül etmek doğru olmaz. Kendi neslinin hemen hemen bütün üyeleri gibi o da ilkbahara, aşka ve vapur gezilerine bir heyecan duyuyordu. Okulun avlusundaki veya arkadaşlarının müdavimi olduğu "Deutsche Bierhalle von Zowwe" (Alman Birahanesi, Posta Caddesi, no 10) meyhanesindeki sohbetlerde Napolyon'un seferleriyle Prusya'nın dünya sahnesine çıkışından edebiyat dergisi Servet-i Fünun'un son sayılarına zahmetsizce geçilirdi. Bu çevrede şiir yazmayana tuhaf gözle bakılırdı. Arkadaş çevresinde o yıllarda hangi kitapların okunduğunu bilmek daha aydınlatıcı olurdu kuşkusuz. Ama bildiğimiz bir şey daha var: Konular daha çok kahvehane muhabbetiyle yatakhane fısıldaşması düzeyinde, ağızdan ağza dolaşıyor, gençlere ancak bölük pörçük ve çoğu kez eksik bilgi kırıntıları ulaşıyordu. (Kurtuluş Savaşı yıllarında "Kuvvetler Ayrımı" üzerine bir konuşmasında Rousseau ve Montesquieu'nün adlarını karıştırdığını hatırlatalım!) Mustafa Kemal, Harp Okulu'nun üçüncü ve son sınıfını parlak bir sekizincilikle bitirdi ve 1902'de Erkân-ı Harbiye eğitimine hak kazandı. Artık yılda sadece kırk mezun veren Harp Akademisi'ndeydi.

HİÇ UÇAĞA BİNMEDİ!
Mustafa Kemal 1910 yılında Fransız güz tatbikatlarının gözlemcisi olarak Picardie'ye gönderildi... Büyük çaplı ilk Türk tatbikatı ise –Picardie'deki gibi 60 bin askerle- Mustafa Kemal'in vatanına dönüşünden hemen sonra Trakya'nın doğusundaki Lüleburgaz'da düzenlendi. Tatbikatın daha ilk gününden iki katlı bir uçak, alçak irtifada neredeyse trajediyle nihayet bulacak bir kaza atlattı. İki kişilik mürettebat yaralanmadan indi. Muhtemelen Mustafa Kemal kazanın tanığı olmuştu, çünkü sonradan trajedinin kıyısından dönülen bu olayın üzerinde bıraktığı etkiden söz eder. Atatürk havacılığın ateşli bir teşvikçisi olsa da kendisi hiçbir zaman uçağa binmemiş ve yılmadan tren, gemi ve otomobille seyahati tercih etmiştir. 1918'den sonra hiç yurtdışına seyahat etmediğinden kimse uçuş korkusunun farkına varmamıştır.

KAHRAMANLAR KİTABINA İLGİ...
Fransızca'yı hafif romanlar (mesela Alphonse Daudet) ve metrelerce tarih kitabı okuyacak kadar biliyordu. Paris'ten büyükçe bir kitap paketiyle döndüğünü tahmin edebiliriz. Her halükârda kütüphanesinde, pek çoğu başka dillerden tercüme edilmiş kayda değer sayıda Fransızca eser vardır. Muhtemelen çok erken bir tarihte Thomas Carlyle'ın Odin, Hz. Muhammed ve Dante'den Cromwell ve Napolyon'a uzanan Kahtamanlar (orijinali 1841) kitabını edinmişti. CArlyle'ın kitapları o yıllarda milliyetçilik fırtınası yaişayan Avrupa'da büyük bir okur kitlesi bulmuştu, dünya tarihini büyük adamların yaşam öyküleri silsilesi halinde sunuşu yalnız Türkiyeli okurları etkilemiyordu. Mustafa Kemal'in elindeki nüshanın altı çizili satırlar ve sayfa kenarlarına işlenmiş notlarla dolu olduğunu biliyoruz.

BATI MÜZİĞİNİ GERÇEKTEN SEVER MİYDİ?
Sofya, 1907 yılından beri (1914 Ocak'ta ataşemiliterliğine atanmıştı) 1000'den fazla seyirci kapasiteli şaşaalı bir operaya sahipti. Mustafa Kemal orada bugün hâlâ Bulgar müzikseverlerin iyi tanıdığı starlardan Hristina Morfova ve Stefan Makedonski'nin rol aldığı bir Carmen gösterisi izlemiştir. Cumhurbaşkanlığı zamanında 1930'lu yıllarda Sofya Tiyatrosu'nu İstanbul ve Ankara'ya davet ederek bir iade-i ziyaret imkânı yaratacaktı. Fakat Batı müziğini hakikaten çok iyi tanıyan ve seven birine dönüşmediğini eklemeliyiz. Sf 93

BULGAR GİZLİ SERVİSLERİ ONU İZLEDİ
Mustafa Kemal Sofya'da Ataşemiliter olarak görev yaparken Bulgar "servisleri"nce belli etmeden izlendiğini şüphesiz biliyordu. Sadece bu nedenle bile olsa Sofya sosyetesinde "Miti" adıyla şöhret yapmış cazibeli Dimitrina Kovaçeva'yla romantik bir aşk yaşadığı yolundaki hikâyelere pek itibar etmemek gerekir. Genç kadına kur yapmış olabilir ama evlenme teklif etmiş olması ihtimal dışıdır. Bunun için aklını kaybetmesi gerekirdi. Miti'nin babası General Kovaçev, Bulgaristan'ın Harbiye Nazırı'ydı. Ve Türk yarbay haklı olarak Bulgarlar'ın kaybettikleri İkinci Balkan Savaşı'ndan sonra Osmanlı'dan intikam yemini ettiğini düşünüyordu. Kovaçev'in askerlerinin Balkan Savaşı'nda ilerleyen Yunan ordusundan köşe bucak kaçmış olması da onun böyle bir yakınlaşmaya sıcak bakmamasının bahanesi değil, nedeni olabilirdi ancak.

Mustafa Kemal'in emin olduğumuz bir ilişkisi vardır ki, onunla 1909'da İstanbul'da tanışmış, Sofya'da ve cephe görevlerinde 1917'ye kadar mektuplaşmıştır. Madame Corinne Lütfü, Birinci Balkan Savaşı'nda şehit olan bir silah arkadaşının dul karısı ve aslen Cenovalı olup dragomanlar ve hekimler çıkartmış Levanten bir ailenin kızıydı.

PADİŞAH VAHİDEDDİN'İN KIZIYLA EVLENECEK MİYDİ?
Mustafa Kemal 1918'de VI. Mehmed Vahideddin'e yaverlik ederken Padişah'ın üç kızından biri olan Sabiha (1894-1969) ile evlenmesinin teklif edildiği söylenir. Bir anlatıma göre, bu lütfa mazhar olan Mustafa Kemal en yakın arkadaşlarına danıştıktan sonra teklifi reddetmiştir. Hikâyenin akla yatkın olması, doğruluğuna kanıt değildir. Enver Paşa örneği, Komite liderlerini Osmanoğullarıyla akraba yapma çabalarının var olduğuna kanıttır gerçi. Hikâye aslında Cumhuriyet'ten sonra doğmuş, siyaseten uyanmış fakat kararsız bir sınıfın özlemlerini yansıtır. Bu sınıf eski hanedanla yeni Cumhuriyet Önderi'ne sadakat arasında gidip geliyordu ve aktarılan bu öykünün Osmanlı sadrazamlarının padişah kızlarıyla girdiği sayısız ilişkiye benzediğini görünüşe bakılırsa tamamen unutmuştu.

ASKERİ HİYERARŞİYE UYAR MIYDI?
Mustafa Kemal 1915 Ocakı'nda Harbiye Nazırı Vekili Talat Paşa'dan (1874-1921) Gelibolu'dan dört – beş gün uzaklıktaki Tekirdağ mıntıkasında 19. Fırka'nın komutasını üstlenme emrini alır. Çanakkale Boğazı'nın savunmasında en yüksek komuta mevkiinde Almanya'da General, Türkiye'de Mareşal Otto Liman von Sanders (Liman Paşa) vardır. Yeni kurulan 5. Ordu Liman Paşa'nın emrine verilmiştir. Mustafa Kemal'in doğrudan komutanı ise on yıl öncesinde Harbiye'nin başında bulunan Esad Paşa'ydı. Fakat askeri hiyerarşiye harfiyen uymak Mustafa Kemal'e göre değildir; kimi zaman Liman von Sanders'le Esad Paşa'yı atlayarak haberleştirği gibi, bazı hallerde de Liman'ı es geçerek doğrudan Başkumandan vekili Enver'le irtibata geçtiği görülmüştür (silahlı kuvvetler resmen padişaha bağlıydı).

ARIBURNU'NDA BİR ASKERİN CEBİNDEN ÇIKAN NOT
Şehit olan askerlerden birinin cebinde bulunan bir kağıda göre Mustafa Kemal'in emri şöyleydi: "Aramızda, Balkan Harbi zilletinin tekerrüründense ölmeyi tercih etmeyecek birisinin bulunacağına ihtimal vermek istemiyorum. Lâkin aramızda böyle adamlar varsa onları behemehal tutup kurşuna dizmelidir."

CORINNE'E YAZDIĞI MEKTUPTA YER ALMAYAN SATIRLAR...
Mustafa Kemal savaşa mola verildiği 20 Temmuz 1915 günü, çoktan şık kıyafetlerini Kızılhaç'ın hemşire önlüğüyle değiştirmiş olan Madame Corinne'e Türk alaylarının muharebe gücü hakkındaki görüşlerini yazar. Corinne ile mektuplaşmasının Türkçe baskısında aşağıdaki satırlara yer verilmemiştir. Onları Mustafa Kemal'in el yazısından, yani mektubun tıpkı basımından okuyalım:

"...Görüyorsunuz Madame, insan huzursuz ve kanlı bir hayata alışınca cennetle cehennemden söz açacak ve hatta Rabbını eleştirecek vakti bile buluyor. Madame, beni Rabbımızı eleştirerek günah işlemekten alıkoyacak kadar merhametliyseniz muharebeler arasındaki boş zamanları geçirecek başka bir meşgale tavsiye edin. Mantıklı tavsiyeleriniz gelene kadar kendimi romanlara hasretmeye karar verdim..."

"VİLLA YAPTIRACAĞINA YOL YAPTIRSAYDI"
Mustafa Kemal, Anzak saldırısının geri püskürtülmesinde oynadığı role Alman komutanların yeterince değer vermediğini düşünüyordu ve bu Liman'la (von Sanders) ilişkisinin daha da bozulmasına yol açtı. Türk tarih kitaplarına geçmiş bir hadiseye göre Mustafa Kemal bir şarapnel parçasının cebindeki köstekli saate isabet etmesi sayesinde ölümden kurtulmuştur. Daha sonra bu cep saatini Liman von Sanders'e hediye eder, Alman komutan da armalı bir köstekli saatle mukabelede bulunur. Ama bu dostane alışveriş ilişkiyi tamir etmeye yetmeyecekti.

Mustafa Kemal 30 Kasım'da Çanakkale cephesinden azlini istemeye karar verdi. Hemen akabinde Liman Paşa'nın bir eleştirisi görünüşe göre bardağı taşıran son damla olmuştur: Alman komutan Anafartalar Grubu'nun ana karargâhını gezerken ikmal yollarının kötü durumundan yakınır ve "Kemal Bey villa yerine yol yaptırsaydı daha iyi ederdi" cümlesini sarf eder. "Villa" dediği, toprağın içine kazılmış büyük bir siperliktir; ahşap dikmelerle ve taşlarla takviye edilmiştir. Bunun gereksiz bir lüks olduğu iddiası herhalde mesnetsizdi, nihayet İzzeddin (Çalışlar) anılarında tek bir günde 190 kişinin buz gibi rüzgâra maruz kalıp öldüğünü anlatır.

BİLİNMEYEN KARLSBAD GÜNLÜKLERİ
Mustafa Kemal 1918 yılının baharında üç cephede geçirdiği uzun yılların ardından nihayet ihtiyacı olan izni alarak Viyana'daki bir mütehassısa muayene ve ardından nekahet için kaplıcalara gitme imkânı bulur... Hasta, semptomlarının tedavisinden sonra şifalı sularının özellikle böbrek hastalarına iyi geldiği söylenen Karlsbad'a gönderildi.

Mustafa Kemal, Karlsbad günlerinde bir akşam yemeğinden sonra kendi vatandaşlarından oluşan topluluğa yaptığı açıklamalar sayfalar dolusu notlarla belgelenmiştir. Konuşmanın çıkış noktası yandaki dans salonunda smokinli erkeklerle Fourstep dansı yapan "gayet zarif, lâtif birkaç genç kadın"ın seyri idi.

"Benim elime büyük selahiyet ve kudret geçerse, ben toplumsal hayatımızda arzu edilen inkılâbı bir anda bir 'coup' ile tatbik edeceğimi zannederim. Zira ben bazıları gibi kamuoyunu, din adamlarını yavaş yavaş benin planlarım derecesinde tasavvur ve tefekkür etmeye alıştırmak suretiyle bu işin yapılacağını kabul etmiyor ve böyle harekete karşı ruhum isyan ediyor. Neden ben bu kadar senelik yüksek eğitim gördükten, uygar yaşamı ve toplumu inceledikten ve hayatımı ve zamanımı özgürlüğü öğrenmeye harcadıktan sonra avam mertebesine ineyim. Onları kendi mertebeme çıkarayım, ben onlar gibi değil, onlar benim gibi olsunlar..."

Kadınların örtünmesi, eğitim, çok eşlilik ve bu bağlamlarda iki cins arasındaki eşitsizlik gibi konular üzerine kapsamlı izahatlar takip eder bu konuşmayı.

"Mesela bizde, iffet ve ismet pek büyük ve sıkı kuyudata tabidir. Bir Avrupalı bu kuyudu tanımıyor (...) Onlar bizim nazarımızda tamamen ahlâksız, onlar nazarında biz tamamen vahşi. (...) Velhasıl netice: Bu kadın meselesinde cesur olalım. Vesveseyi bırakalım. Açılsınlar, onların dimağlarını ciddi ilim ve fen bilimleri ile tezyin edelim. İffeti, sağlıklı olarak izah edelim.

ABD APO'yu Niye Teslim Etti?

1999’da Öcalan Kenya’da alınıp paketlendi ve Türkiye’ye teslim edildi. Özel kuvvetler yakaladı ve getirdi havası verildi kamuoyuna. Dibindeki K. Irak’ta iken bir şey yapamayan, Karakollarına yüzlerce teröristle defalarca baskın yiyen ve gerekli istihbaratı edinemeyen bir gücün bu işi sahiplenmesine ancak tebessüm edilir. Apo’nun yakalanmasının kazancı Ecevit’in hanesine yazıldı. Hemen ardından gidilen seçimde APO rüzgarını arkasına alan DSP ve MHP yüksek oylar alarak koalisyon hükümeti kurdular. Herkes APO’nun asılmasını beklerken MHP’li hükümet idam cezasını kaldırdı. APO’yu bize teslim edenler onu cezaevinde, kendileri namına beslememizi istediler. Millet APO yakalandığı için terörün biteceğini zannediyordu; ama bitmedi. Rahmetli Ecevit bile “Apoyu bize niye teslim ettiler ki” diye sorgulamıştı.

Peki, stratejik ortağımız(!), dostumuz(!), son zamanlarda anlık istihbarat paylaşımı yaptığımız ABD ve İsrail ellerinde büyüttükleri bir örgütün liderini neden ve niçin Türkiye’ye teslim etmişlerdi?

Bu haraketle ne ummaktaydılar, neler planlamaktaydılar?

Türkiye Anglo-Yahudi ittifakının vesayetinde bir ülkedir. 1980 öncesi sağ-sol çatışmaları nasıl ABD’nin oluşturduğu, beslediği, ihtilalle noktaladığı birşeyse; hiç şüpheniz olmasın ki PKK terörü de bunların peydahlamasıdır. PKK’nın bu güçler tarafından oluşturulup büyütülmesi, Kürtlerin mağdur edildiği, bazı haklarının verilmediği, derin baskılara maruz kaldığı gerçeğini değiştirmiyor. Bilakis Anglo-Yahudi ittifakı devletin imkan ve kabiliyetlerini de Kürt sorununu büyütmek için kullanmasını bilmiştir. 1990’lı yıllarda bu güçler bir taraftan Kürtlere militer güçler ve karanlık eller üzerinden baskı yaparken, öte taraftan Çekiç güç üzerinden PKK’ya silah, eğitim, bilgi, vs desteği vermiş; Kürtçülüğü köpürtmüştür.

Ne oldu da ABD-İsrail, APO’yu paketleyip Türkiye’ye teslim etti? Ne değişti de PKK’yı terör örgütü ilan ettiler?

APO’nun Türkiye’ye teslimi, bir strateji değişikliği idi; Kürt sorununda başka bir safhaya geçişti. Ayrılıkçı terör ve şiddet fonksiyonunu yerine getirmişti; bundan sonra konunun daha öteye taşınmasına ihtiyaç vardı. BOP çerçevesinde terör ve şiddetle ayrılıkçı fikirler ve husumet gerektiği kadar kabartılmıştı. Dünyaya, Kürtlerle Türkler arasında bir “problem”, bir “savaş” olduğu fikri kabul ettirilmişti. Bundan sonra terör ve örgüt, sadece caydırıcılık açısından gerekliydi. Artık bir “toplumsal dönüşüme”, “ayrılıkçı”, “uzlaşmaz”, “şoven” bir nesil yetiştirilmesine ve Kürt meselesinin kurumsallaştırılmasına, toplumsal taban oluşturulmasına ihtiyaç vardı.

İşte bu noktada “KCK“ denilen, örgütün şehir yapılanması devreye sokuldu. Dağlardaki misyon başarıyla tamamlanmış, sıra Kürtlerin toplumun diğer kesimlerinden koparılmasına, ayrıştırılmasına ve devletleştirilmesine gelmişti. 1990’lı yıllar boyunca örgütü Türkiye’nin başına bela eden, dünyada tanıtan, uluslararası destek veren batı ve Anglo-Yahudiler APO’nun teslimiyle “Kürtlerin toplumsal ve siyasi dönüşümü” projesini başlattı. Bunun için ayrılıkçı Kürtçü hareketi yeniden yapılandırdılar; şehirlerde örgütlediler, dernekler, vakıflar, lokaller, eğitim birimleri, sosyal faaliyet çalışmaları başlattılar. Kadınlara, gençlere, meslek guruplarına el attılar. Sendikalar, meslek örgütlenmeleri kurdurttular ve bunların organizasyonunda know-how verdiler, yol gösterdiler.

Kürt sorununda bir ileri safhaya geçilmişti; ağırlık şehir yapılanmalarına verilecekti. Dostlarımız(!)Apo’yu paketleyip teslim ettiler; ama bazı şartları da dayattılar.

Neydi o şartlar?

APO asılmayacaktı ve avukatları üzerinden örgütü yönlendirmesine müsade edilecekti. APO hükümete teslim edilmiş gibi görünüyorsa da, gerçekte Anglo-Yahudi İttifakının çok etkin olduğu bir kuruma teslim edilmişti. Dün derinler ve onların dış müzahirleri adına dağlarda kullanılan Apo, bu defa lüks cezaevinden kullanılacak ve konuşturulacaktı. Zavallı kamuoyu kendisini bir süreliğine de olsa iyi hissedecekti. Kürtlerin dönüştürülmesi için silahlı çatışmalar azaltılacak, terör stabil hale getirilecekti. Bu arada örgütün şehir yapılanması tamamlanacak, hücreler oluşturulacak, eğitim faaliyetlerine, sosyal faaliyetlere hız verilecekti. Türk toplumundan kopuk militan, aykırı, şöven nesiller yetiştirilmesi için zaman kazanılacaktı.

2000’ler Kürtleri dönüştürmenin, sosyolojik olarak toplumdan koparmanın, militanlaştırmanın, protestleştirmenin yılları oldu. Devlet ve hükümetler rehavet içinde iken, dostlarımız(!) şehir yapılanmaları üzerinden Kürtçüleri örgütlediler, sivil-siyasi altyapıyı güçlendirdiler. 1990’larda Kürtlerin kitlesel desteğine sahip olamayan; dinsiz, Marksist bir örgüt olarak görülen PKK ve onun siyasi partileri bölgede etkin olmaya, belediyeler almaya başladı. Öyleki, son yerel seçimlerde bölgedeki belediyelerin çoğunu, yüksek oylarla almayı başardı. Dağlarda aranan PKK şehirlere yerleşmiş, tezgahını kurmuş ve hedefine ulaşmıştı. Halk içinde örgütlenen bu yeni yapı belediye başkanları atıyor, yardım sandıkları kuruyor, halkı mahkemelerde yargılıyor ve toplum üzerinde siyasi bir aktör haline geliyordu. Apo’nun teslim edilmesi dağlardan şehirlere inmenin, toplumsal örgütlenmenin, devlete ve dünyaya siyasi bir muhatap haline gelmenin taktiğiydi. Ve bunda epeyce başarılı oldular. Terör örgütünü “sakıncalı” listesine alan batıyı, ABD’yi bize yardımcı oluyor zannettik. Oysa terör örgütünün modası geçmiş, fonksiyonu bitmişti. Anglo-Yahudi ittifakı biz dağlara bakarken, dağlardan çok daha tehlikeli, şehirleri kilitleyebilen, insanlar üzerinde tahakküm kuran, sandıklara müdahale eden, siyasi hareketlere hükmeden yeni bir yapı kurdular.

Peki Anglo-Yahudi ittifakının bundan sonraki adımı nedir?

Bundan sonraki adım, ayrılıkçı Kürt hareketine, dünya kamuoyunda meşruiyet kazandırmak, Kürtlerle Türklerin birlikte olamayacağına ikna edecek tablolar oluşturmak, kurumsal altyapılar kurmak ve dönüştürülen Kürtleri Türkiye’den koparmaktır. Başarabilirlerse daha sonra, sıkışan-yalnızlaşan İsrail’e sadık bir müttefik olacak “Büyük Kürdistanı” kurmak. Kürtlerin büyük çoğunluğunun “biz ayrılmak istemiyoruz!” demesi çok şey ifade etmez. Öyle olaylar kurgularlar ve bu olayları dünyaya öyle sunarlar ki, bir oldu bitti ile karşı karşıya bırakırlar. Ne Kürtler, ne Türkler istemediği halde, fiili bir durumla yüzyüze gelebiliriz. KCK denilen örgütün şu anda yaptığı sonraki safhalara Kürtleri ve toplumu hazırlamaktır.

“Bölünme” işinde sanıldığının aksine kullanılacaklar Kürtlerden öte Türkler ve Türkçülerdir. Kürtçülere, KCK’ya tahrik edici, sabırları zorlayıcı eylemler yaptırabilirler; ama dünya kamuoyuna “birlikteliğin yürütülemeyeceği”ne yönelik malzemeyi verecek olan Türkçülerdir; ulusalcı milliyetçilerin yapacağı taşkınlıklardır, sert söylemlerdir.

Şu anda PKK terör örgütü konjonktürel nedenlerle ve iç politika malzemesi olarak kullanılıyorsa da, büyük tehlike KCK ve şehir yapılanmasıdır; örgütün batı desteğinde yürüttüğü toplumsal-siyasal organizasyonlardır. Uzun vadeli tedbirler ve çözümler PKK’dan öte KCK’ya karşı düşünülmelidir. Artık militan üreten ocak, dağlar değil şehirlerdir; KCK’dır.

Bazı aydınlar ve liberaller KCK ile BDP’yi karıştırmakta ve KCK’ya yapılan operasyonları yanlış bulmakta, hatta PKK saldırılarının sebebi gibi sunmaktadırlar. KCK siyasi bir örgüt, yapılanma değildir; aksine BDP’nin demokratik, siyasal bir parti olmasını engellemektedir. KCK toplumu tehdit ve yıldırma ile baskı altına alan, insanların özgür iradelerini bloke eden, şehirleri dağlardaki silahlı örgütle tehdit eden, BDP’li belediye başkanlarına “emir eri” muamelesi yapan ve aşağılayan, cam çerçeve indirip kepenkleri kapattıran, belediye otobüslerine molotof atarak masum insanları yakan, insanları yargılayan ve cezalandıran, devlete parallel yapılandırılmış illegal bir örgüttür. Demokrasi adına bu örgütü savunmak gaflet değilse, hıyanettir.

ABD Apo’yu teslim etmiş, ama ayrılıkçı Kürtçü hareketi desteklemeye devam etmiştir. Örgütü hızla kurumlaşmaya ve devletleşmeye doğru götürmektedir. Bir fırsatımız olursa ABD Adana konsoloslarının bu işleri nasıl örgütlediklerini, her gelen Adana konsolosunun bu işe hasredildiğini, bölgeyi adım adım nasıl gezdiğini ve bizim istihbaratçıların nasıl armut topladıklarını sizlere anlatırız…

10 Haziran 2010 Perşembe

Hedef Erdoğansız AK Parti

İşte yeni iktidar projesi; Erdoğansız AK Parti veya zayıf bir koalisyon. Global oyunu bir de Şamil Tayyar'ın yorumuyla okuyun....Şamil Tayyar/Star

Oyunu bir de böyle okuyun

Gündemin göbeğindeki İsrail katliamı ve İskenderun baskınını konuşurken, dün İskenderun'dan Anadolu Katolik Kilisesi Episkoposu Luigi Padovese'nin öldürüldüğü haberi ulaştı.

Türkiye'nin yüreği ağzına geldi.

Neyse ki, ilk bilgiler, cinayetin siyasi amaçlı olmadığını gösteriyor. Yarın altından ne gibi hinlik çıkar bilinmez.

Olup bitenleri iyi anlamak, yılgınlığa düşmemek ve geleceğe ilişkin doğru projeksiyonlar yapabilmek için, ayrıntılarda boğulmadan fotoğrafın bütününü görmek, küresel oyunun bölgesel izdüşümünü iyi tahlil etmek durumundayız.

Defalarca yazdık, önce gelin hafızalarımızı tazeleyelim.

Çin'den Adriyatik Denizi'ne kadar uzanan ve dünya nüfusunun yüzde 75'inin yaşadığı geniş Avrasya coğrafyası, küresel oyunun merkezidir.

Tüm ülkelerin ürettiği Gayri Safi Milli Hasıla'nın yüzde 60'ı bu bölgeye ait. Bilinen enerji kaynaklarının dörtte üçü burada yer alıyor. ABD'den sonra en büyük 6 ekonomi ve en büyük 6 silah alıcısı ülke bu coğrafyanın birer parçası. Biri hariç dünyanın bilinen tüm nükleer gücüne sahip ülkeleri ve en fazla nüfusa sahip iki ülke yine bu bölgede...

Bir tarafta dünyanın patronu ABD ve İngiltere, İsrail gibi uzantıları, karşı cenahta dağınık dizilişte Fransa, Almanya, Çin, Hindistan ve Rusya var. Bu arada iktidar savaşını etkileme kabiliyetine sahip Türkiye, İran, Azerbaycan, Ukrayna ve Güney Kore gibi ülkeler sıralanıyor.

Daha ayrıntılı bilgiler için Brezinski'nin “Büyük Satranç Tahtası” isimli kitabından yararlanılabilir. Kaldı ki, bu kitap konuya ilgililerin yalayıp yuttuğu bir çalışmadır.

Türkiye'nin rolü

Türkiye, bu oyunda taraflar arasında tercih kullanmak yerine, jeostratejik aktör olarak konuşlanmak istiyor. Hiçbir ilişkiyi, diğer ilişkinin alternatifi olarak görmek, yerine ikame etmek niyetinde değildir.

Bu bağlamda, ABD ile model ortaklık sürdürülürken, Rusya ve diğer ülkelerle güçlü bağlar kuruluyor. Sözgelimi, Rusya, ilk kez kendi toprakları dışında Türkiye'de nükleer santral kuracak. Sorun çıkmazsa, Mavi Akım hattına paralel Karadeniz'de yeni bir doğal gaz hattı çekilecek, Sibirya petrolü Samsun üzerinden Ceyhan'a oradan İsrail ve Hindistan-Singapur ötesine kadar taşınabilecek. Hazar petrolünün yanı sıra Irak petrolü Ceyhan üzerinden pazarlanacak.

Bu bağlantılar, Rusya'dan Hindistan ve Çin'e kadar uzanan geniş coğrafyada Türkiye'nin göreceli ağırlığını arttırıyor.

Avrupa'nın göbeğine kadar doğal gaz götürülmesini öngören Nabucco Projesi ise Fransa ve Almanya'yı kapsayan Avrupa'da tüm sıkıntılara rağmen yeni bir ittifakın doğmasını tetikleyebilir. Projenin daha verimli hale gel
mesi, İran'ın da devreye girmesini zorunlu kılıyor. Nabucco, Erzurum'daki Türkiye-İran doğal gaz hattı ve yapımı planlanan Trans-Kafkas gaz hattıyla bağlanabilirse, kapsamı daha da genişleyecek.

ABD ve İsrail, nükleer bahaneyle İran üzerinde yaptırım uygulanmasını sağlayarak oyun dışına itmeye çalışıyor. Türkiye'nin Brezilya ile birlikte İran'ı nükleer takas anlaşmasına ikna etmesi, ABD ve İsrail'in planını bozdu.

İran kadar Irak'ın pozisyonu da bu denklemde önemli bir yer tutuyor. Irak petrolünün üzerine oturan ABD sözünde durursa, 2011 sonuna kadar Irak'tan çekilecek. Giderken, işgalin asli gerekçesi olan petrol menfaatine halel gelmemesi için bölgede istikrarın tesis edilmesini istiyor.

Bölgesel istikrarın sağlanması, büyük ölçüde küresel oyuncular arasındaki enerji kaynaklarının paylaşım hesabıyla doğru orantılıdır. Türkiye, izlediği dış politikayla bu dengenin kurulmasına önemli katkı sağlayabilir. Böyle bir durumda, kandan beslenen İsrail'deki Netanyahu yönetimi ve PKK'ya ihtiyaç kalmaz.

Obama yönetimi, İsrail'deki Netanyahu yönetiminden pek memnun değil, ancak petrol/gaz/silah lobisinin, bu lobinin hayat verdiği Neoconlar ile Musevi sermayesinin etkisinden tümüyle sıyrılamıyor.

Irak'ın işgalinden sonra sadece ABD'deki 29 petrol firmasının 2003 yılında 43 milyar dolar, 2004 yılında 68 milyar dolar kar elde ettiği dikkate alınırsa, oyunun çap büyüklüğü hakkında kısa bir bilgi verebilir.

Eylem planının ilanı

Obama, Bush ailesini avuçlarının içine alan güç odaklarına yenik düşerse, İsrail'le birlikte bölgeyi yaşanmaz hale getirebilir. Türkiye'yi de Global Ergenekon'un aktivistlerine teslim edene kadar provokatif eylemleri körükleyebilir.

İşte bu noktada öne çıkan iki adres; Biri MOSSAD diğeri PKK'dır. CIA de aynı havuzda değerlendirilebilir. Gazze katliamının yeri ve yöntemi, ayrıca eş zamanlı İskenderun baskını, tesadüf değildir.

İstihbarat birimlerine ulaşan bilgiler, ihbarlar, duyumlar, Türkiye'deki provokatif eylemlerin önümüzdeki dönemde şiddetlenerek artacağı yönündedir. Baş aktör ise PKK'dır.

BDP'li Emine Ayna'nın İskenderun baskınına ilişkin “Eylemden şunu okudum: Artık bu savaş sadece Kürdistan'da olmayacak” sözü, tahminden öte bilgidir. PKK'nın eylem stratejisinin ilanıdır.

Türkiye'yi küresel oyunun piyonu haline getirmek için yeni iktidar projesine önce CHP'de lider değişikliğiyle başlayanların nihai hedefi, Erdoğansız AK Parti veya zayıf bir koalisyondur.

Oyunu bir de böyle okuyun

3 Haziran 2010 Perşembe

Herkesin Kabul Ettiği Derin İlişki

PKK İsrail gizli servislerinin kontrolünde mi?PKK’yı Mossad mı yönetiyor? PKK’nın Türkiye’deki faaliyetleri Mossad tarafından mı planlanıyor?

MİT’in yeni başkanı Hakan Fidan’ın da, son güvenlik zirvesinden sonra bu konularla daha yakından ve yoğun olarak ilgilenmeye başlaması beklenebilir.

Çünkü eğer bu kuşkular ve iddialarda gerçeklik payı varsa, Türkiye terör konusunda başka bir olgu ile yüzyüze demektir.

Erdoğan, İsrail’in yardım gemilerine yaptığı saldırıyı “devlet terörü” olarak nitelemiştir.

Eğer Türkiye’deki PKK saldırılarının arkasında İsrail ve Mossad gizli servisi varsa, o zaman Türkiye, terör konusunda da başıboş gruplarla değil, organize bir “devlet terörü” ile yüzyüze demektir.

Bu durum, terörle mücadelenin çok daha düzenli, organize ve dikkatli yapılması gereğini de ortaya çıkarıyor.

Çünkü eğer terör örgütü Mossad tarafından istihbarata dayalı olarak yapılıyorsa, Türkiye’de güvenlik güçlerinin boşlukları çok daha uzun süreli ve çok daha hesaplı bir şekilde izleniyor ve değerlendiriliyor, demektir.

İskenderun’da donanma askerlerinin nöbet değişimi sırasında gerçekleşen roket saldırısı bu kuşkuyu güçlendirmiştir. Çünkü böyle bir saldırı, o noktadaki güvenlik açığının uzun zaman izlenmesi ve değerlendirilmesini gerektirecek kadar profesyonelcedir.

Bunun ötesinde önümüzde bir de Kuzey Irak olgusu var.

Kuzey Irak’ta halen Barzani kendi özerk bölgesini koruyacak bir “Kürt ordusu” kurmaya çalışıyor.

Bu ordunun danışmanlığını İsrail askeri uzmanların yaptığı bir sır değil.

Yani bazı üst düzey İsrailli kurmay subaylar Kürt ordusunun kurulmasını ve eğitimini yönlendiriyor, yönetiyor.

Bu durumda Kuzey Irak’ta, Barzani’nin bölgesinde askeri kamplarda bulunan PKK’lı militanların da bu İsrail uzmanların kapsama alanı içinde bulunduğunu görmek zor değil.

Buradaki soru şu: Bu İsrailli uzmanlar Barzani güçlerinin yanı sıra PKK’lılar ile ne kadar temastalar ve onları ne kadar yönlendiriyorlar.

Örneğin kurulmak istenen Kürt ordusu içinde, PKK’ya da ayrıca bir yer ve rol vermek planları var mı?

PKK İsrailli askeri uzmanlar tarafından ne kadar lojistik destek ve danışmanlık alıyor.

Yoksa genel yönetim tümüyle Mossad ve İsrail’e mi geçti?

Bu soruların yanıtları net değil.

Ancak Öcalan’ın PKK’ya “Ben devreden çıkıyorum, başınızın çaresi bakın, gücünüz yetiyorsa, savaşın” şeklindeki mesajının biraz da PKK’yı artık yönlendirememek çaresizliğinden kaynaklandığı biliniyor.

İmralı denetiminden çıkan PKK’yı şimdi kim yönlendiriyor?

Sadece Kandil’deki bir grup militan önderi mi?

Yoksa bu yönetici grubu yönlendiren birileri mi var?

Barzani mi? Mossad mı?

Tahminler ve kuşkular İsrailli askeri uzmanların Barzani’nin yanı sıra PKK’yı da yönettiği noktasında düğümleniyor.

Bu konudaki kuşkuların araştırılmasında yarar var.

Ancak başka bir olgu da biliniyor.

İsrail şu anda bölgede kendisine karşı oluşan Arap ve Müslüman ittifakından rahatsız.

Türkiye son yıllarda Erdoğan Hükümeti ile beraber giderek artan bir şekilde İsrail’e karşıt bir politika izliyor.

Davos’taki atışma ve son Gazze yardım gemilerine saldırı ile bu ilişkiler giderek “düşmanlık” noktasına geldi.

İsrail şimdiye kadar en azından askeri alanda “stratejik müttefik” olarak gördüğü Türkiye’yi de karşı cephede görmeye başladı.

Bu cephede İran, Hamas, Filistin, Arap dünyası ve Müslüman dünya nüfusu var.

Türkiye şimdi bu karşı cephenin güçlü yeni unsur haline geldi.

İsrail’in Türkiye’ye karşı eli boş duracağı beklenmemeli.

Çünkü İsrail’de planlarını yıllardır düşmanlarla çevrili bir coğrafyada ayakta kalma üstüne kuruyor.

İsrail’in uzun vadeli planları arasında “Büyük Kürdistan” planı da var.

Arap dünyasını, Irak’ı ve İran’ı bölmeyi hedefleyen bu plan da Türkiye de var.

Çünkü Büyük Kürdistan kurmaya kalktığınız zaman Türkiye’den de bir parça koparmak gerekiyor.

Bu parça Diyarbakır’dan Güneydoğu sınırına kadar uzanan alanı kapsıyor.

BDP’li bir milletvekilinin “Bizim oylarımız siyasi coğrafyanın sınırlarını çizmiştir” dediği bölge.

Bu bölgenin en önemli özelliği Fırat, Dicle su havzalarını ve GAP bölgesini kapsaması.

Yani İsrail’in “Büyük Kürdistan” planlarının özünde Mezopotamya’nın ana kaynağı olan bu iki nehri ve enerjisini kontrol etmek de var.

Durum böyle olunca, Türkiye’nin İsrail ile “düşmanlık” noktasına gelmesi önemli bir gelişme.

Türkiye bundan sonra terör ve etnik sorunlar da çok daha dikkatli ve hassas olmak zorunda.

Çünkü karşımızda artık bir devlet (İsrail), dünyanın en organize istihbarat örgütü (Mossad) ve onun emrindeki yaygın bir terör örgütü (PKK) bulabiliriz.

Bu üçleme, İmralı’dan veya Kandil’den emir alan başıbozuk terör gruplarından daha etkili ve sonuç alıcı olabilir.

Özellikle istihbarat ve karşı istihbarat alanında asıl savaş belli ki yeni başlıyor.

Bu açıdan Erdoğan’ın dış istihbaratla görevlendirmek istediği MİT’e belli ki çok iş düşecek.

Yeni MİT başkanına da…

Ortadoğu’da “Büyük oyun” belki de daha yeni başlıyor…

Kaynak:Euractiv.com.tr

İSRAİL İLE SAVAŞAMAYIZ ÇÜNKÜ

Türkiye'nin bütün kılcal damarlarına kadar müdahale eden İsrail ile savaşa girer miyiz?.. İsrail ile savaşırsak bizi nasıl bir son bekliyor?.. / Yusuf Gegin cevapladı...

Yazarımız Yusuf Gezgin yaklaşık bir yıl önce kaleme aldığı yazıda Türkiye ile İsrail arasındaki gerginliğe değinmiş ve Türkiye'nin neden İsrail ile savaşa giremeyeceğini yazmıştı.

İşte Gezgin'in O Düşündüren Yazısı:

Yusuf Gezgin / Aktifhaber

İsrail Türkiye'ye Saldırırsa Ne Olur?


Ortadoğu’da aynı film bir defa daha izleniyor. İsrail masum, sivil ayırmadan şehirleri bombalıyor. İnsanların üzerine bombalar boca ediyor ve bütün dünya bunu seyrediyor. Dil ucuyla kınamalar dışında ciddi bir tepki yok. Öyle anlaşılıyor ki İsrail-ABD ittifakı Lübnan’a yerleşecek, Suriye’yi doğudan ve güneyden kıskaca alarak demokratikleştirecek!.... Kan gölüne çevirecek, mevcut despotik yönetimi aratır zulümlere, iç çatışmalara maruz bırakacak. İsrail Ortadoğu’daki mevzilerini güçlendirerek, “vaat edilmiş topraklar”a bir adım daha yaklaşacak.


İsrail az nüfusuna, ateş çemberi içinde olmasına bakmaksızın; ensesine bindiği ABD’nin desteğiyle (dini) hedefleri doğrultusunda; reelpolitiğin, mantığın rağmına dünyaya meydan okuyarak ilerlemeye devam ediyor.

BOP'un hedefinin Yahudi-Avanjelik ittifakı doğrultusunda Türkiye'nin de bulunduğu 20 den fazla Müslüman ülkeyi yapılandırmak, sınırlarını yeniden çizmek olduğunu defalarca söylemiştik. Gündemdeki düşmanlar İran ve Suriye olduğu için diğerleri kurbanlık ineklerin sükûneti içindeler. Sıranın kendilerine gelmeyeceği, şartların değişebileceği temennisiyle pısırık ve tepkisiz davranmaya devam ediyorlar. Başta AB olmak üzere diğer küresel aktörler muhalefetlerini pastadan alacakları payın oranını artırmak için kullanıyorlar. Kurbanlardan yararlanma sevdasındalar. Irak’a, Afganistan’a ve Lübnan’a “insanlık dramı” olarak bakan ülke yok gibi. İslam ülkelerindeki Batı kuklası diktatörler vatandaşlarının gazını almakla meşguller. Batıyla bozuştuklarında Irak benzeri bir “Demokratikleştirme!”den endişeliler.


RİCE açıkça “yeni bir Ortadoğu” konusundaki kararlılıklarını deklere etti. Yapılandırılacak Ortadoğu’da Körfezden Bangladeş’e kadar pek çok İslam ülkesi bulunuyor. Öyle anlaşılıyor ki bölgedeki bütün ülkeleri demokratikleştirecekler! yani IRAK’LAŞTIRACAKLAR.


Beklenenin aksine Suriye’den sonra sıradaki ülke İran değil Türkiye olabilir. Daha önceki bir yazımda[i] bahsettiğim gibi Türkiye’ye müdahale dostane! yöntemlerle olacaktır. Ben Batı’nın- ABD’nin Şiayla ve İran’la ciddi problemi olduğunu düşünmüyorum. Aksine Batı’nın İslam Dünyasında GÜÇLÜ BİR Şİİ DAMAR oluşturmaya çalıştığına inanıyorum. Gelişmeler bu tezi doğrular niteliktedir.

Hariri suikastı ABD-İsrail ittifakına Suriye üzerinde baskı kurma ve kendilerine direnebilecek Suriye Ordusunun Lübnan’dan çıkarılmasını sağladı. Hariri suikastı-Suriye ordusunun çıkarılması ve Lübnan’ın işgali birbiriyle bağlantılıdır.

Bazılarının komplo teorisi, hatta deli saçması gördüğü olay gerçekleşir İsrail Urfa’yı ve iki nehir arasını işgale yeltenirse ne yaparız?

“Biz Irak’a ve Suriye’ye benzemeyiz güçlü ordumuz onların ağzının payını verir” diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Hücrelerimize kadar girmiş İsrail’in bizi dostane! Yöntemlerle değil de silahla dize getirmeye çalışacağını varsayarsak; İsrail’le mücadele edecek durumda olmadığımız anlaşılacak, hatta Suriye’den daha dezavantajlı olduğumuz görülecektir. Maalesef İsrail tek kurşun atmadan, kısa sürede ordumuzu ve silahlı güçlerimizi bloke edecek imkânlara sahiptir.


Günümüzde savaşlarda modern silahlar, elektronik cihazlar kullanılmaktadır. Biraz bilgisayardan anlayanlar bu cihazların yazılımlarla, programlarla çalıştıklarını bilirler. TSK’yı tanıyanlar da savaş aygıtlarımız, haberleşme sistemlerimizle İsrail’e ne kadar bağımlı olduğumuzu bilirler. İsrail’le olası bir savaşta Mehmetçiklerimize güvenimiz tamdır. Ne var ki İsrail’den aldığımız silahlara ve bu silahlar üzerindeki yazılım programlarına itimadımız yoktur. İsrail sahip olduğumuz elektronik cihazları çökertebilecek, uçaklarımızı kalkamaz hale getirebilecek kadar Türk Ordusu’nun içindedir. Savaş teknolojimiz bütünüyle İsrail’e teslimdir. Bu yönüyle İsrail karşısında bizim Suriye kadar bile şansımız yoktur. İsrail’le askeri bağlantılarımızın ihtilaller sonrasında, özellikle 28 Şubat sürecinde yoğunlaşması ve savunma sanayiimizin İsrail’e endeksli olmasının, pek çok emekli askerin İsrailli firmalar adına iş takibi yapmasının ulusalcı! kesimlerce sorgulanmaması şayanı dikkattir.


Sadece silahlı güçlerimizin değil sivil kurumlarımızın pek çoğunun yazılımları ve programları da; (kripto veya açık) Yahudi firmalarınca yapılmaktadır. MERNİS projesinden, başında “Milli” bulunan MİT’in güvenlik ve personel yazılımlarına kadar pek çok işte İsrailli firmaların parmağı vardır. Yani İsrail ve Yahudi firmaları Türkiye’nin bütün kılcallarına nüfuz etmişlerdir.


İsrail’e elektronik ve teknolojik bağımlılığımızı gösteren bir olay 2 yıl önce bir kış günü yaşandı. Karabük civarında bir F16’mız düşmüş, 3-4 gün sisten dolayı uçağa ve pilotuna ulaşılamamıştı. Uçakların yazılımını yapan İsrail firmasına ulaşılması sonucu onların verdiği kodla uçağın yeri tespit edilebilmişti. Düşmüş bir uçağın yer tespitinde bile muhtaç kaldığımız İsrail’le muhtemel bir savaşta nasıl mücadele edeceğimizi varın siz hesap edin.


Türkiye’nin güneyinde aleyhimize bir yapı oluşmaktadır. Irak’a müdahaleden sonra hemen bütün Kürt guruplar ABD-İsrail ekseninin yerel müttefiki haline geldiler. Suriye’de de ilerleyen zamanda Irak tarzı ve Türkiye’nin aleyhine gelişmeler yaşanacaktır. Büyük projeler büyük zaman dilimlerinde gerçekleşir ancak ABD-İsrail BOP’ta hazım kapasitesinin ötesinde oldukça hızlı ilerlemektedirler. Yakın zamanda sıranın Türkiye’ye geleceği muhakkaktır.

ABD-İsrail ittifakının Türkiye’ye silahlı bir saldırıda bulunacağına ihtimal vermiyorum. Bahsettiğim gibi bizi “daha teknik ve dostane!” yöntemlerle halledeceklerdir.

Farzı muhal İsrail Türkiye’ye saldırırsa ne olur?

Türk silahlı kuvvetlerinin elektronik altyapısı “Off” olur. Olsun biz süngülerimizle de bir avuç Yahudi’nin hakkından geliriz alimallah.

PKK&İsrail Saldırısının Kodları

PKK'nın Deniz Kuvvetliri'nde görevli askerlerimizin şehid etmesi ve İsrail'in yardım gemilerine saldırması olayındaki derin mesajlar...

Analiz/Aktifhaber

İki Saldırı Tek Mesaj

İsrail'in Türk Vatandaşlarını öldürmesi ve Hatay'da PKK'nın Türk Askeri'ni şehid etmesi arasındaki kritik mesaj...

İsrail’in insani yardım taşıyan gemilere saldırı düzenlemesi ve Türk Vatandaşları’nı öldürmesiyle eş zamanlı olarak kritik bir PKK saldırısı gerçekleşti.

İskenderun’da PKK, bilindik eylem bölgesinin ve eylem şeklinin dışına çıkarak Deniz Kuvvetleri’ne saldırıda bulundu. Tam da Türk Deniz Kuvvetleri’nin insani yardım taşıyan gemileri koruması konuşuluyorken.

PKK, Deniz Üs Komutanlığı’na saldırdı ve 7 askeri şehit etti.

Daha önce Kuzey Irak’ta PKK’lıları eğittiği ortaya çıkan ve bu dolaylı olarak dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından doğrulanmıştı. MİT’in raporlarıyla da ortaya çıkan eğitim belgelerinde, PKK’lı teröristlerin “nokta eylemler” yapma konusunda ileri düzeyde eğitildikleri ortaya çıkmıştı.

Başkent Kulisleri’nde İsrail’in Deniz Kuvvetleri’ne saldırarak Türkiye’ye “üzerimize gelirseniz PKK kartını yeniden kullanırız” mesajı verdiği konuşuluyor.


Yusuf Gezgin/Aktifhaber.com

İsrail Çıldırdı



İsrail bir avuç nüfusa sahip küçük bir ülke, ama bütün dünyaya meydan okuyor. BM dahil hiç bir uluslararası kuruluşu takmıyor. Sivilleri bombalıyor, misket bombaları atıyor, BM konvoylarını vuruyor, gazetecileri öldürüyor, dünyanın gözü önünde sivil halkı açlığa, ölüme mahkum ediyor. Batılı ülkelerin pasaportlarını kullanarak 3. ülkelerde cinayetler işliyor, suikastler yapıyor. Ve bunları yaparken kimseden, hiç bir güçten çekinmiyor. Son yıllarda sesini yükselten Türkiye gibi bir kaç ülke hariç, hemen hiç bir devlet İsrail’e laf edemiyor.

İsrail dediğiniz, neticede Gürcistan kadar bir ülke. Gürcistan’ın dünyada esamisi okunmazken, kimse kale almazken, güya batı kulübünün koruması altında olduğu halde, Rusya işgal edebilirken kimsenin gıkı çıkmıyor. Ama İsrail dünyanın patronu gibi davranıyor. Hiç bir kural kaide, güç tanımaksızın, dünyaya meydan okuyarak, azgınca işlere girişiyor.

İsrail’in bu gücü nereden geliyor?

İsrail’in bu gücü, dünyanın hemen bütün devletlerinde etkin ve örgütlü olan Yahudilerden kaynaklanıyor. Yahudi soykırımı(?) aynen 11 Eylül vakası gibi bir mizansendir ve dünyada Yahudi hakimiyetinin tesisini sağlamıştır. Bu olay sonrası binlerce yıllık Yahudi hayali gerçekleşmiş, İsrail devleti kurulmuştur. Yahudiler bu olay sonrası dünyanın yeni süper gücü ABD’ye iyice yerleşmişlerdir. “Antisemitizm” denilen bir tehdit üreterek kendilerine dokunulmazlıklar, korumalar elde etmişlerdir. Yahudilerin asıl gücü İsrail değildir. İsrail yahudiler için kutsallığı olan topraklarda kurulmuş küçük bir devlettir. Buzdağının üstte kalan kısmıdır. Artık Yahudiler için Arzı mev’ud bütün dünyanın hegemonyası ve hakimiyetidir. Ve bu gün dünyada net bir Yahudi hakimiyeti vardır. Batı, ABD’den Fransa’ya, İngiltereye, hatta “Yahudi düşmanı” gibi gösterilen Almanya’ya kadar Yahudi güdümünde ve etkisindedir. Batı medeniyeti her ne kadar Yahudi-Hristiyan medeniyeti olarak anılıyorsa da, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Hristiyanların silindiği, Yahudilerin etkin, belki de “tekel” olduğu bir medeniyet haline gelmiştir. 11 Eylül sonrası bu gücü sürdürmenin araçlarından birisi de, İslam-Hristiyan çatışması ve dünyada yükseltilen İslamafobiya, “terörist Müslüman” algısı olmuştur.

İsrail’in aymazlığı, boyunu aşkın ukalalığı, kendi gücünden veya nükleer silahlarından vs. kaynaklanmıyor. Bütün dünyayı örümcek ağı gibi sarmış etkili Yahudi networkundan, global Yahudi sermayesinden, uluslararası kuruluşlardaki Yahudi etkisinden, ABD’nin tepesine binmiş olmaktan, pek çok ülkenin sinirlerini ele geçirmiş olmaktan kaynaklanıyor.

Yahudilerin kutsal rüyası, Arzı mevud’un coğrafyası İsrail devleti, bu gün Yahudilerin en büyük zaafı, en zayıf noktası halne gelmiştir. İsrail’in yaptığı zulümler, aymazlıklar, sınır tanımazlıklar masum Yahudilerin de başına bela olmaktadır ve pek çok Yahudi bunun farkındadır. Ancak herşeye rağmen İsrail’i korumak durumunda kalmaktadırlar. İsrail bu gün Yahudilerin en büyük problemidir ve ukala, hukuksuz, canice tavırlarından dolayı dünyada antisemitizmi tetiklemektedir. Korkarım ki bu gidiş sadece İsrail’in değil, bütün Yahudilerin helakine neden olacaktır.

Peki İsrail’in Türkiye ile problemi nedir?

Türkiye, içinde pek çok Yahudi-Sebatayın bulunduğu İttihatçı gelenek tarafından kurulmuştur. Bu nedenledir ki, dünyadaki pek çok Yahudi Türkiye’yi İsrail’den önce kurulan “ilk Yahudi Devleti” olarak kabul etmiştir. Mübadelede pek çok Sebatay, Yahudi güvenli bularak, bu yeni devlete göç etmişlerdir. Müslüman kimliğine rağmen, İsrail’i ilk tanıyan devletlerden birisi Türkiye’dir. Türkiye İsrail arasında çok stratejik ilişkiler, anlaşmalar vardır. Özellikle askeri yazılımlarda Türkiye bütünüyle İsrail’e bağımlıdır. Tohumculuk keza öyle. Her darbe döneminde ve askerin etkin olduğu zamanlarda İsrail’le ilişkilerimiz güçlenmiştir; 28 Şubat sürecinde ise zirve yapmıştır. Ancak AKP hükümeti döneminde, özellikle dış politikada ABD-İsrail ekseninden çıkma olmasa da, kaymalar başlanmıştır. AKP daha geniş bir dış politika vizyonu oluşturmuş, pek çok devletle diplomatik ilişkiye geçmiş, tarihin, coğrafyanın ve kültürümüzün bize yüklediği sorumluluklar çerçevesinde yeni networklar kurmaya başlamıştır. Dün, sadık bir müttefik olarak gördüğü ülkenin giderek elinden çıkıyor olması İsrail’i ciddi endişelndirmiştir. “One minute” olayı ve Gazze ile ilgili çıkışlar iyice öfkelendirmiştir. Derin yapımız ve stratejik kurumlarımız üzerinde etkin olan İsrail ve Yahudi lobisi, geride bıraktığımız yıllarda pek çok karanlık ve derin projenin, darbe planının göbeğinde olmuş, ama sonuca ulaşamamıştır.

Uzun süredir kontrolünde tuttuğu, Ortadoğu’daki tek sadık müttefiki Türkiye’yi kaybettiğinin farkına varan İsrail ve Yahudi lobisi mutlaka bir şeyler yapmalıydı. Zaman geçiyor ve Türkiye elinden kayıp gidiyordu. Bütün derin operasyonlar, yargısal hareketler boşa çıkarılmakta ve deşifre edilmekteydi.

İsrail’le genetik bağı olan bizim derinler ve bazı kurumlar bu yaz için ayrıntılı bir plan yaptılar. Yüzyıldır bir kafes içinde ve kontrol altında tuttukları aslanın uyanmasına, milletin kendisine gelmesine, “demokratikleşme” denilerek bir milletin kelepçelerini çözmesine göz yumma-malıydılar.

Dünyaya hükmeden geniş networkun Türkiye’deki şubesi “beyazlar” iktidar adayı(!) CHP’ye bir hareket çektiler ve genel başkanı devirdiler. Sırada Türkiye’yi terörle ısıtmak, güvensiz, kaos içinde bir ülke haline getirmek ve mevcut hükümeti düşürmek, milletin iradesini eline almasını engellemek vardı. Büyük kukla APO da zaten gerekli şeyleri söylemişti.

Gazze’ye giden sivil silahsız yardım gemilerinin basılması ve onlarca insanın öldürülmesini “İsrail’in Türkiye’ye karşı birikmiş kin ve nefretine” bağlayabilirsiniz. Türkiye’yi bir şekilde cezalandırmayı düşünüyordu. Gemi baskını İsrail için, neler yapabileceğini göstermesine yarayacak bir malzeme oldu. Öte taraftan, üzerinde etkin olduğu terör örgütünün İskenderun gibi güvenli bir şehirde ve deniz güçlerine baskın yapması Türkiye’ye çifte mesaj oldu.

İsrail ve onun içerideki derin uçları bununla yetinmeyecekler!.

Bu yaz PKK terörünü Türkiye’yi terbiye etmek ve kaos çıkararak, ülkeyi yönetilemez hale getirmek, hükümeti düşürmek için kullanacaklar!.. Her gün ülkenin dört bir yanına şehit cenazeleri dağılacak!... “Millici”, “ulusalcı” rolündeki figüranları piyasaya sürüp provokasyonlar yaptıracaklar!.. KCK’yı sokaklara salıp hükümeti ve devleti zaafa uğratacak kitlesel eylemler yaptıracaklar.

İsrail çıldırdı ve sivil bir gemimize saldırıp onlarca insanımızı katletti. Ama İsrail asıl, yüzyılın başında ülkenin içine yerleştirilmiş elemanları harekete geçirip Türkiye gemisini içeriden batırmaya çalışacak!..

Bundan sonra dışarıdaki gemiye değil, içeride İsrail’in kullandığı derin-kripto tayfalara dikkat edelim!

Dışarıdaki İsrail’le mücadele kolay. Sinirlerimize sinmiş, damarlarımza girmiş, beynimize hükmeden, kurumlarımızı işgal etmiş İsrail’e karşı teyakkuza geçelim!..

İsrail'i En İyi Oray Savundu

Bütün dünyanın tepki gösterdiği, İsrail'in, insanlık dışı saldırısına en yaman savunma sahte ulusalcı Oray Eğin'den geldi.. Eğin'in Türkiye'yi suçlu ilan ettiği yazısı....


Analiz/Aktifhaber



Bu güne kadar kendisi gibi düşünmeyenleri sürekli Neo-Con'cu olmakla suçlayan Oray Eğin, Neo-Con uzantısı İsrail'in Türkiye vatandaşlarına karşı orantısız kanlı saldırısını meşrulaştıran maddeler sıraladı...

Yazısının baş tarafında 'müfettiş edasıyla İsrail'in yaptığının hatalı olduğunu bir çümleyle vurguladıktan sonra İsrail tezlerini bir bir sıraladı...

Dün akşama kadar kanal kanal gezerek, İsrail'in haksızlığını haklı göstermeye çalışan çakma gazeteci Rafael Sali'yi aşan yorumları bu gün köşesine taşıdı..

Akşam gibi Ulusalcı görüşlere ağırlıklı veren gazetenin en uç ulusalcı çevrenin tanıtımını gönüllü üslenen, gazetenin en ulusalcı yorumlarıyla ünlü 'agresif' yazarı Oray Eğin, bu gün 'gerçek görevinin' gereğini yerine getirdi.. Bütün dünyanın tepki koyduğu, her yelpazeden yazarın kınadığı yorumlara ters yorumu pervasızca yazdı..

Gazze'ye yardım edenleri baştan 'Anti-semitik' olmakla suçlayan, Gazze'deki insanları açlığa mahkum eden İsrail ambargosunu meşrulaştıran, İsrail'e rağmen yardıma koşan ve yardım edenleri engellemeyen devleti suçlayan, Pakistan ve Suriye ile ilişkilerimizede çok içerleyen İsrail'li ağzıyla yazdığı yazısı....



Oray Eğin/Akşam
Bu ölümlerin hesabını kimden soracağız

............................

Ayrıca İsrail devleti halen Gazze'de savaş halinde. Ambargolar herkes için hoşnutsuz olmasına rağmen, savaş içinde olan devletlerin başvurmak zorunda oldukları bir yöntem.

Ancak ilkesel olarak yardımlara karşı değil. İsrail, yardım konvoyları için belirli bir prosedür uygulanmasını istiyor. Aynı talebi Milli Görüş'çü ve anti-semitik çizgideki İnsani Yardım Vakfı'na da iletti.

Yardımlar yapılan güvenlik araştırmalarının ardından Gazze'ye ulaştırılıyor. İsrail'in bu güvenlik aramaları en fazla bir gün sürüyor, belli malzemeler bomba yapımına katkıda bulunduğu için ulaştırılmıyor ancak şabatta bile İsrail yardım malzemelerini iletiyor, güvenlik araştırmaları resmi tatil olan cuma günü bile yapılıyor.

Mavi Marmara gemisi ise bu prosedürü takip etmeyip, bir anlamda 'kendi bildiği yolda' ambargoyu delmek için Gazze'ye yanaşmakta ısrar etti.
Dün saldırıya uğrayan gemiden saat 04:00 civarında Aşdod Limanı'na gitmelerini istedi.

İsrail'in açık bir reddine ve tehdidine karşı 'Bu sefer bir şey olmaz' ya da 'Korkarlar vuramazlar' diye bile bile gidilebilir mi?
İsrail'in nasıl bir tavır takınacağı, geçmişte bu gibi durumlarda ne gibi tepkiler vereceği ortadaydı. Yıllardır orantısız güçle kendisini savunan bir devletin bir anda, sadece bir gemi geldi diye tavırlarını değiştirmesini de hiç kimse beklemiyordu.

Ne yazık ki, bu gemideki insanlar bile bile gittiler ölüme. Aynı gemide kendileri için karar veremeyecek kadar küçük yaşta çocukların da anne-babaları tarafından yolculuğa dahil edildiğini unutmayalım.
İsrail'in bu gemiye karşı kullandığı orantısız güç asla bu yardım konvoyunun tartışmalı motivasyonunu ortadan kaldırmıyor. Üstelik, Türkiye'nin Dışişleri Bakanlığı'nın böylesi bir saldırı ihtimalini bilmemesi, öngörememesi de imkansız.


İki soru meşrudur:

- Bu geminin yola çıkmasına seyirci kalanlardan, hatta bilakis destekleyenlerden, uyarmayan ve engellemeyenlerden de hesap sorulması gerekmiyor mu?

- Tüm uyarılarına, hedefteki ülkenin siciline bakmaksızın törenlerle bu geminin uğurlanmasında hiç mi çarpık taraf yok?

Bugün önemli olan, İsrail'e haklı olarak tepki vermek kadar Türkiye'nin dış politikasında zaafiyeti, herhangi bir uluslararası dengeyi gözetmeden kendi bildiğini yapma politikasını, kafasına göre kendine rol biçme modelini de masaya yatırmamız gerekiyor.

Bu soruları yarına, öbür güne, acımız unutulana kadar erteleyemeyiz, bunun hesabını hemen sormalıyız.

Önce Suriye'yle, şimdi Pakistan'la yani terörü destekleyen ülkelerle vize kaldıran Türkiye'nin yeni dış politikası, yere göğe konulamayan, Kissinger muamelesi yapılan, durmaksızın 'gaza getirilen' Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun adımlarını yeniden düşünmesi gerekmiyor mu?
20'ye yakın sivilin ölümüne sebep İsrailli askerlerin kurşunları olduğu kadar, o sivilleri törenlerle, onlara kahramanlık payeleri biçerek, diplomasiyi hiçe sayarak sonu belli yolculuğa uğurlayanlardır da.
Kimse kimseyi kandırmasın, ortada iki başlı bir mesele var: İsrail'in orantısız güç kullanımı ve Türkiye'nin hükümet sorunu.

Kategoriler

"Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir... Türk milleti milli birlik ve beraberlik içerisinde güçlükleri yenmesini bilmiştir… Türk milletinin tarihi bir niteliği de güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır..."
Mustafa Kemal ATATÜRK