24 Nisan 2008 Perşembe

MİT'İN GİZLİ KERKÜK RAPORU!

Kerkük petrolleriyle ilgili gelişmeleri yakın markaja alan MİT, ‘gizli ibareli’ raporla ilgili devlet kurumlarını uyardı. Raporda Barzani başkanlığındaki Kürt Bölgesel Yönetimi’nce hazırlanan Petrol Yasa Taslağı’nda gelinen son aşamayı değerlendiren MİT, ‘ihtilaflı toprak’ olarak tanımlanan Kerkük’ün Kürt bölgesine katılması için her türlü şartın olgunlaştığı uyarısında bulundu. Raporda, “Kürt Bölgesel Yönetimi’nin amacının, oldu bitti yaparak, Kuzey Irak’taki petrol ve doğal kaynaklar üzerinde hâkimiyet kurmak'' olduğu belirtildi Irak’ın geleceğini yakından ilgilendiren Kerkük petrolleri, Kürtler için ‘vazgeçilmez kırmızı çizgi’ olarak görülüyor. Bölgesel dengeleri de yakından ilgilendiren Kerkük’ün statüsü ve petrolleri, Türkiye tarafından da dikkatle izleniyor. Bu anlamda önemli istihbarat çalışmaları yapan MİT, bölgeyi bekleyen tehlikelere karşı devlet kurumlarını uyarıyor.
TEMPO, MİT Müsteşarı adına yardımcısı Cemal Uzgören imzasıyla hazırlanan Kerkük konulu bu gizli yazışmalardan birine ulaştı. Kerkük bölgesindeki tehlikeli gelişmelere işaret eden 3 Ekim 2006 tarihli bu yazı, dört başlık ve üç sayfadan oluşuyor. ‘Gizli’ damgalı yazıda, Kürt Bölgesel Yönetimi’nin Irak petrollerinin yarısından fazlasına sahip Kerkük’ü ele geçirme planları anlatılıyor. Genelkurmay, Dışişleri Başkanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ve Dış Ticaret Müsteşarlığı’na gönderilen yazıda, Kerkük’ün Mesud Barzani başkanlığındaki Kürt Bölgesel Yönetimi’ne katılması için her türlü şartın olgunlaştığı uyarısı yapılıyor.
MİT, yazısında, Kürt yönetimi tarafından hazırlanan Irak Kürt Bölgesi Petrol Yasa Taslağı’nın Türkiye açısından taşıdığı riskleri anlatıyor. MİT, taslağın Kürt yönetiminin geleceğe dönük hedeflerini gösterdiğine işaret ediyor. Kürt Bölgesel Yönetimi’nin, “Irak merkezi hükümetini devre dışı bırakarak müstakil bir devlet gibi hareket etme noktasına geldiği'' saptamasını yapan MİT, “Gelişmelerin hassasiyetle izlenerek, Türkiye bakımından alınabilecek tedbirlere ağırlık verilmesinde fayda görülmektedir'' uyarısına yer veriyor.
Taslağın yasalaşması halinde Kürt Bölgesel Yönetimi’nin üçüncü ülkelerle petrol anlaşmaları yapabileceğini ve Kerkük-Yumurtalık Petrol Hattı dâhil bölgedeki tüm kontrolü ele geçirebileceğini vurgulayan MİT, Aralık 2007’de yapılacak referandum öncesinde yaşanabilecek gelişmelere işaret ediyor. Zira, bu taslağa göre Kürt Bölgesel Yönetimi, Kerkük’te yaşayan halkın referandumla Kürt Bölgesi’ne bağlanacağı kanaatine varırsa, referandumdan önce bile petrol sözleşmesi yapabilecek.
“Devlet içinde devlet'' mantığıyla hareket etmeye başlayan Kürt Bölge Yönetimi’nin Kerkük dâhil ihtilaflı topraklara el koyabileceğini vurgulayan MİT, saptamalarını dört ana başlıkta topluyor:
Kerkük ve Petrol.
Sahalarına İlişkin.
Yasa Taslağı.
Kürt Bölgesel Yönetimi (KBY) tarafından hazırlanarak Kürt Parlamentosu’na sunulacağı belirtilen Irak Kürt Bölgesi Petrol Yasa Taslağı, ‘Mevcut Saha’ ve ‘Gelecekteki Saha’ kavramlarına açıklık getiriyor. 22 Ağustos 2005 tarihi öncesinde ticari üretimde olan ve bu tarihten önce herhangi bir 12 aylık dönemde günde ortalama 20 bin varil petrol üretmiş olan petrol yatakları ‘Mevcut Saha’, bunun dışındaki tüm sahalar, ‘Gelecekteki Saha’ olarak tanımlanıyor.
Kürt Bölgesi Petrol Yasa Taslağı’nın uygulama alanı, Kürt Bölgesi’nin yanı sıra ‘İhtilaflı Topraklar’ olarak tanımlanıyor. Kerkük, ihtilaflı topraklar arasında gösteriliyor. Taslak, Kerkük’ün de içinde bulunduğu ‘ihtilaflı topraklar’ ve ‘gelecekteki saha’ olarak tanımlanan yerlerdeki petrol operasyonlarında Kürt Bölgesel Yönetimi’ni tek yetkili sayıyor.
a) Kerkük Referandumu: Taslak, Kürt Bölgesel Yönetimi’nin Kerkük başta olmak üzere ihtilaflı topraklarda yaşayan halkın bu toprakların referandumla Kürt Bölgesi’ne bağlanmasına karar vereceği kanaatine varması durumunda, referandum yapılmadan önce Kerkük dâhil ihtilaflı topraklarda istediği gibi petrol sözleşmesi yapabileceğini hükme bağlıyor.
b) Irak hükümetinden bağımsız petrol operasyonu: Taslakta, Kürt Bölgesel Yönetimi’nin komşu ülkelerle Irak hükümetinden bağımsız olarak anlaşma yapma hakkı bulunduğu ve Irak hükümetinin hiçbir yasal ve idari düzenlemesinin Kürt Bölgesi’ndeki veya ihtilaflı topraklardaki petrol operasyonları için geçerli olmayacağı dile getiriliyor.
c) Boru hatları: Kürt Bölgesi’ndeki mevcut petrol operasyonları ve boru hatları, rafineriler gibi bağlantılı tüm altyapının kontrolü Kürt Bölgesel Yönetimi’ne bırakılıyor.
d) Petrol payı: Taslak, Irak merkezi hükümetinin ülke çapındaki petrol gelirinden Kürt Bölgesel Yönetimi’ne pay vermesini de istiyor. Aksi halde Kürt Bölgesi Yönetimi’nin kendi bölgesinde ve ihtilaflı topraklardan çıkarılan petrolü doğrudan satabileceğini hükme bağlıyor.
Yine taslak, geleceği değil geçmişi de garantiye almaya çalışıyor. Kürtlerin geçmişte yararlanamadıkları petrol gelirlerine işaret eden taslak, belirli bir süre geçmişe dönük ödeme yapılmasını istiyor.
e) Anlaşmalar: Taslak, Kürt Bölgesi’nde yapılan tüm anlaşmaların geçerli olduğunu vurguluyor. Bu yasanın yürürlük tarihine kadar Irak hükümetinin Kürt Bölgesi ve Kerkük’te yaptığı anlaşmalara Kürt Bölgesel Yönetimi’nin müdahil olmasını öngörüyor. Yasanın yürürlük tarihinden sonra yapılacak anlaşmalar için de Kürt Bölgesel Yönetimi’nin onayını şart koşuyor.

Kürt Bölgesel Yönetimi neyi amaçlıyor?

MİT, saptamalarının ikinci maddesinde Kürt Bölgesel Yönetimi’nin zihnindeki arka planı yorumluyor. Kürt yönetiminin, Irak hükümetine emrivaki yapma düşüncesinde olduğu kanaatine varan MİT’in konuya ilişkin yorumu şöyle:
“Yasa taslağında, merkezi düzeyde halen var olmayan Irak Devlet Petrol Tröst Örgütü (SOTO) adlı bir kuruluş bulunduğu var sayılmakta ve bu kuruluşun Kürt Bölgesel Yönetimi ile ilişkileri ve yetkileri düzenlenmektedir. Ayrıca uyuşmazlıkların çözümünde Uluslararası Tahkim’i kabul eden taslak, bu haliyle merkezi hükümet adına kullanılabilecek yetkileri de barındırmaktadır.''

MİT’e göre Kerkük’ü bekleyen tehlikeler

MİT, yasa taslağının Kürt Bölgesi Yönetimi tarafından ‘Devlet İçinde Devlet’ mantığı ile kaleme alındığı saptamasını yaparken, bu taslağın yasalaşması halinde ortaya çıkacak sıkıntıları da üçüncü maddesinde şöyle sıralıyor:
- Geçmişten bu yana Irak yönetimleri tarafından Kerkük başta olmak üzere ihtilaflı topraklarda yapılan araştırmalarda petrol bulunduğu anlaşılan; ancak üretime henüz başlanmamış sahaları doğrudan kontrollerine alacakları; - Kerkük’teki tüm petrol altyapısı ile Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı’nın kontrolünü ele geçirebilecekleri; - Referandum yapılmadan önce, Kerkük dâhil olmak üzere tüm ihtilaflı topraklara ve gelecekteki sahalara ilişkin petrol anlaşmaları yapabilecekleri; - Irak hükümeti ile mevcut petrol sahalarından elde edilen gelirin paylaşılmasındaki anlaşmazlıkları bahane ederek Kerkük dahil ihtilaflı topraklardaki tüm sahalara el koyabilecekleri; - Petrol operasyonlarında Irak hükümetini tamamen devre dışı bırakmak suretiyle müstakil bir devlet gibi hareket edecekleri değerlendirilmektedir.''

MİT’in devlete uyarısı: "Tedbir alın"

MİT, saptamasına dayanarak öneride bulunduğu dördüncü bölümde, Türkiye’nin gelişmeleri yakından izlemesi gerektiği uyarısını yapıyor.
Zira MİT’e göre, “Irak’ın petrol ve doğal kaynaklarının paylaşımına ilişkin anayasal ve yasal düzenlemelerin henüz hayata geçirilmediği ve ulusal petrol politikasının belirlenmediği bir ortamda Kürt Bölgesel Yönetimi, bir oldu bitti yaratarak, Kuzey Irak’taki petrol ve doğal kaynaklar üzerinde hâkimiyet kurmayı amaçlıyor.
Yine MİT’e göre, bu taleplerin hepsinin merkezi hükümet tarafından kabul edilmeyebileceğini de hesap eden Kürt Bölgesel Yönetimi, aslında bazı pazarlık marjları bırakıyor.
“Taslak, Kürt Bölgesel Yönetimi’nin geleceğe dönük hedeflerinin anlaşılması bakımından önem taşımaktadır'' diyen MİT, önlem alınmasını istiyor: “Bu çerçevede, belirsizlik sürecinde Kürt Bölgesel Yönetimi’nin üçüncü ülkelerle Bağdat’ı dışarıda bırakan doğrudan ilişki tesisine ve anlaşmalar yapmasına yol açabilecek gelişmelerin hassasiyetle izlenerek, Türkiye bakımından alınabilecek tedbirlere ağırlık verilmesinde fayda görülmektedir.''

Iraklı Kürtler nereye koşuyor?

Kuzey Irak’ta yeni ‘Kürt Milli Marşı’nın kabul edilmesinin ardından, ‘Kürdistan Bölge Başkanı’ sıfatını kullanan Mesud Barzani de çalışmalarını yoğunlaştırıyor. Doğan Haber Ajansı’nın haberine göre, Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) ve Mesud Barzani önderliğindeki Irak Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) Bağdat’ta 15 Kasım 2006’da toplandı. Irak ve Kürt Bölgesi’nin son durumunu ele alan KYB ve KDP üyeleri, Kerkük ve diğer sorunlu kentlerin durumunu çözüme kavuşturmayı öngören anayasanın 140’ıncı maddesinin uygulanmasını ‘öncelikli görev’ olarak nitelendirdi. Kürt liderler, Irak Devlet Başkanlığı Sarayı’nda yapılan toplantıda ‘Ulusal Birlik Hükümeti’ olarak nitelendirdikleri Başbakan Nuri El Maliki hükümetini desteklediklerini yineledi. Kürt parlamentosunda ‘Peşmerge Bakanlığı’ kurulması ve 180 bini bulan silahlı Kürt gücünün doğrudan Mesud Barzani’ye bağlanmasını öngören yasa tasarısı üzerinde anlaşıldı.

Sultan Galiyev

ultan Galiyev (Mir Seyyit Sultan Galiyev), (13 Temmuz 1882 - 28 Ocak 1940 Kazan). Bugünkü Özerk Başkırtistan sınırları içinde Sterlitamak bölgesindeki Krımsakaly kasabasına bağlı Elimbetova köyünde dünyaya gelen siyasi düşünce adamı.

Hayatı

Kazanlı bir Tatar Türk'üdür.

1917 Bolşevik devriminin Lenin,Stalin ve Troçki ile dört büyüklerinden biri olan Sultan Galiyev İlk eğitimini öğretmen olan babasından aldıktan sonra Kazan'daki Tatar Pedagoji Enstitüsü'ne girdi. Sultan Galiyev bu okulu bitirdikten sonra bir süre öğretmenlik yaptı ve daha sonra Ufa Belediye Kütüphanesi'nde çalışmaya başladı. Buradan ayrılan Galiyev çeşitli gazetelerde çalıştıktan sonra 1915'te öğretmenlik mesleğine geri döndü. Bu sırada Bakü'de bulunan Galiyev Azerbaycan Ulusal Hareketine katıldı.

Sultan Galiyev, 1917 yılında Rus Komünist Partisi'ne de girdi. Komünist Parti hiyerarşisi içinde en yüksek dereceli Müslüman haline geldi. 1918 yılında Molla Nur Vahitov'un Çek lejyonerleri tarafından öldürülmesi önünün açılmasına sebep olmuştu.Fakat Vahitov'un öldürülmesi Galiyev'in mücadelede yalnız kalmasına da sebep oldu.Galiyev Komünist Parti içerisinde daha ziyade Müslümanlarla ilgili görevleri üstlenmiştir. Bunlar Merkezi Müslüman Komiserliği üyesi, Müslüman Askeri Kollegiyumu başkanı, Narkomats'ın resmi yayın organı Jizn Natsionalnostey'in editörlüğü idi. Dolayısıyla Komünist Parti içinde sağlam bir yere sahipti ve devrimde en önlerde yer almıştı. 1923'te ilk defa tutuklandığında devrime yaptığı bu hizmetler nedeniyle serbest bırakıldı.

28 Ocak 1940 sabahında Lefort Hapishanesinde, Stalin'n emriyle gelen istihbarat örgütü KGB tarafından öldürülmüştür. Sovyet Yüksek Mahkemesi 30 Nisan 1990'da aldığı kararla üzerine atılı suçların KGB'nin düzmece belgeleri olduğu için aklanmasına karar verdi.

Galiyev ; Ulusal Sol Düşünce

Sultan Galiyev, Sovyetler Birliği’nin kuruluşunda Rus olmayan, bu noktada Türk ve Müslüman unsurun ve tabi 'gönüllü katılım' temsiliyetinin, katılımın şartlarını Rus olmayan'ın Rus ile eşit hukuku yönünde belirleme ve uygulamaya geçirme mücadelesi vermiş siyasî lideri ve kuramcısıdır.

Sultan Galiyev’in tek başına sömürge meselesi ve günümüzde adlandırıla geldiği gibi Üçüncü Dünya olgusunun kalıpları içinde yaptığı değerlendirmelerde daima önceliği ve hassasiyeti Türklük üzerinedir.

Avrupa'dan farklı toplumsal-ekonomik formasyona sahip ülkelerde, yani sömürgelerde kurtuluş mücadelesinin özgül koşulları üzerine düşünenlerin öncülerindendir. Fikirlerinin temeli olan düşüncesi şudur: Avrupa proletaryası kendi sömürgeci burjuvasıyla iş birliği yapmıştır.Sömürge kaynaklarını burjuvasıyla ortaklaşa paylaşmıştır.Dolayısı ile Avrupa solu, dünya sosyalizmine öncülük edemez, itici güç olamaz.

1.Henüz düşman sınıflara ayrılmamış olan prekapitalist Tatar toplumunda sosyalist sistemin inşası Rusyadan ve diğer gelişmiş kapitalist ülkelerden farklı olacaktır;doğu halklarının bağımsızlık değeri ve gücü proletarya değil, doğu halklarının bağımsızlık arzusu, dini ve milli değerlerin emperyalizme karşı savaşılıp korunmasıdır.

2.Sosyalist devrimin başarısı ve doğuya yayılması İslam'ın kollanması ile mümkündür. İslam sosyalizminin özelliklerini vurgulayan ilk Asyalı sosyalisttir. Marksizmi kendi ülkesinin toplumsal yapısına göre yorumlayarak özgün bir katkı getirmiştir.

Müslümanlara Yönelik Din Karşıtı Propaganda Metodları adlı eserinde, İslamiyetin gerici olduğu şeklindeki düşünceleri reddetmekte ve İslamiyeti insan ile toplum arasında dengeyi kuran bir örnek olarak değerlendirmekteydi... Yüz yıldır İslam dünyası batılı emperyalistler tarafından sömürülmekteydi ve İslam dini onlar tarafından bastırılıp ezilmişti. Bu sebepten İslam dini emperyalizme karşı bir din olabilirdi (Yamauchi 1998)

3.Komintern sosyalist devrimin sonraki basamağını batı proletaryasından değil, doğunun sömürülen milletlerinden beklemeli ve bu yönde çaba sarfetmelidir.

Avrupa'da yaygın olan sınıf mücadelesi ile ilgili klasik marksist teoriyi değiştirmeye kalkan ve Üçüncü Dünya'ya önem veren ulusalcı sol bir ideoloji gütmüştür.

Dünya sömürü sisteminde az gelişmiş ülkelerin üretimlerini ve kimliklerini yoketmek için kültür istilası ve ulusal değerleri çürütme işlemlerinin sistemli olarak kullanılacağını ifade etmiş ve 3.dünya ülkelerinde ulusal kimlikleri emekten bölüşümden yana bir düzene sokarak bu toplumlarda henüz gelişmemiş emekçi sınıfının iktidarını hazırlayacak bir mazlum milletler ittifakını savunmuştur.

Galiyev;Türkistan

Galiyev’in uğruna mücadele ettiği ve uğrunda hayatını yitirdiği ve ideoloji olarak ortaya koyduğu siyasetin özünde Avrasya vardır.

Sultan Galiyev, Komünizmi Doğunun (Doğu Halklarının) sömürüden kurtarılmasının bir yolu olarak görmüştür.Ona göre, toplumlar, özellikle de Türk Halkları ancak ortak bir mücadele ile emperyalizmin kıskacından kurtulabilecekti.Bu düşüncelerinin doğal bir sonucu olarak, önce İdil-Ural bölgesinde bir Tatar-Başkırt Devleti ve Türkistan’da bir Türkistan Cumhuriyeti kurulmalı ve nihayet Turan Devleti tarihteki yerini almalıydı.

Sultan Galiyev, topraklı federasyonu Tatar-Başkurt boyutunda gerçekleştirme ve bunu Kırım ve Türkistan hattında Kırımlı ve Türkistanlı önderlerle temasa geçerek, bu Türklük sahalarının da Sovyet merkezi ile ilişkiler zemini belirlemesi gereken siyasî, idarî, ekonomik şart ve kabulleri, 'muhtariyet'in sınırlarının ne olduğu sorgusuyla genişletme faaliyeti, Sovyet karşıtı ve Turancı suçlamasıyla tutuklandığı tarih olan 4 Mayıs 1923 tarihine kadar sürmüş, Merkezî Hükümette Tataristan’ı temsil etmiştir.

Sion Tarikatı

Sion Tarikatı, (İngilizce: Priory of Sion, Fransızca: Prieuré de Sion[1]) çeşitli komplo teorilerinde adı geçen, bin yıllık olduğu iddia edilen, gizli politik ve dini örgüt. Yakın dönemde Dan Brown'un Da Vinci Şifresi kitabıyla tekrar gündeme gelmiştir.

956 Sion Tarikatı

1956'da Fransız tacında hak iddia eden Pierre Plantard tarafından Sion Tarikatı isimli bir örgüt kuruldu. Sion Tarikatı Fransız yasaları gereği 20 Temmuz 1956'da resmi olarak kayıt edildi. Plantard bu örgütü kraliyet destekçisi bir mason locası olarak kurmuştu. Örgütün monarşinin desteklenmesinde ve kendisinin kral olmasında etkili olacağını umuyordu.

Örgüt ismini Kudüs'teki Sion Dağı'ndan alır. Ayrıca Fransa'nın Annemasse bölgesinde de aynı isimli bir tepe bulunmaktadır. Kudüs'teki Sion Dağı daha önce de bazı dini kuruluş ve tarikatlar tarafından kullanılmıştır.

Bazı ezoterik tarihçiler, tartışmalı filozoflardan Sicilya'lı Julius Evola'nın fikirlerinin, Pierre Plantard'ın iddialarına temel teşkil ettiğini düşünmektedirler. Bu örgütün tarihi kökenleriyle ilgili iddialar ve kanıtlar bir çok önemli tarihçi ve akademisyeni tatmin etmemiş, sonradan örgütün kökenleri ile ilgili bazı kanıtların Plantard ve arkadaşları tarafından Fransa'nın çeşitli yerlerine yerleştirildiği ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte komplo teorisyenleri örgütün varlığı ve gücü konusunda ısrarcıdırlar.

Veli Küçük 8 Numaradır

Ergenekon'la ilgili çok önemli bilgi ve belgelere sahip olan Tuncay Güney, Veli Küçük'ün şema içindeki yeri dahil çarpıcı açıklamalar yaptı..

Kilit adam Tuncay Güney'den çarpıcı açıklamalar: Veli Küçük 8 numaraydı, üstünde 7 kişi daha var. Küçük, akıllı adamdır, evinde bomba saklayacak kadar aptal değildir..

2001 yılında poliste sorgusunda verdiği ifadelerle ve bürosunda ele geçirilen, arşivinden çıkan belgelerle Ergenekon soruşturmasının odağındaki isim haline gelen Tuncay Güney kaçıp yerleştiği Kanada'da konuştu. Bürosuna yapılan polis baskınında, şimdi "Terör Örgütü" olarak ilan edilen "Ergenekon"la ilgili ilk somut belgelerin bulunduğu kişi olarak bilinen Tuncay Güney, Sabah Gazetesi'ne önemli açıklamalarda bulundu.

Kilit adam Tuncay Güney'den çarpıcı açıklamalar: Veli Küçük 8 numaraydı, üstünde 7 kişi daha var. Küçük, akıllı adamdır, evinde bomba saklayacak kadar aptal değildir..

2001 yılında poliste sorgusunda verdiği ifadelerle ve bürosunda ele geçirilen, arşivinden çıkan belgelerle Ergenekon soruşturmasının odağındaki isim haline gelen Tuncay Güney kaçıp yerleştiği Kanada'da konuştu. Bürosuna yapılan polis baskınında, şimdi "Terör Örgütü" olarak ilan edilen "Ergenekon"la ilgili ilk somut belgelerin bulunduğu kişi olarak bilinen Tuncay Güney, Sabah Gazetesi'ne önemli açıklamalarda bulundu.

12 Nisan 2008 Cumartesi

Derin devlet

Derin devlet, devletin üst kademesinin; MGK, TSK Komuta kademesi, MİT gibi devletin milli siyaset belgesini hazırlayan ve bunun uygulanması için gerekli tedbirlerin almasını sağlayan kurumların oluşturduğu; yasalarda yeri olmayan ancak teamül denilen alışagelinmiş kurallar çerçevesinde Devletin bekaası, milli birlik ve beraberliğin bütünlüğü için çalışmaların tümünün organize edilmesi tüm bu kurumların mutabakatı ve anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif bile edilemez kuralları dahilinde yapılır ki yapıcı şema bütününe literatürdeki adıdır.
• ‘Bir devletin, diğer bir devlete (kendi halkına değil-diğer devlete karşı) karşı yürütmüş olduğu, haber toplama ‘yıkıcı faaliyet ve sabotaj’ çalışmalarının tümüne, istihbarat faaliyetleri denir. Bazı ülkeler bunlara ilave olarak, öldürme ‘hükümet devirme gibi faaliyetleri de yaparlar. Bunlardan yıkıcı faaliyetler ve sabotaj; barışta ve savaşta, ‘içten ve dıştan’ ülke bütünlüğünü parçalamak veya başka bir rejim ‘sistem’ getirmek amacıyla, şahıslar ‘tüzel kişiler’ veya devletler tarafından yürütülen / organize edilen tüm faaliyetlerdir. Yalnız bu faaliyetler, sadece yabancı devletler tarafından uygulanmayıp, bizzat o ülkenin kendi vatandaşları (başta medya ve sivil toplum örgütleri kullanılarak) işbirlikçileri tarafından da yapılabilir.
• İşte bir devletin bütünlüğünü ‘bağımsızlığını’ inanç birliğini tehdit eden bu tür faaliyetleri, açık veya gizli yöntemlerle yok etmeye İstihbarata Karşı Koyma (İKK) faaliyeti denilebilir. Dünyanın bütün ülkelerinde bir derin devlet yapılanması vardır. Bu yüzden yabancı istihbarat örgütlerinin Türkiye'de yapmış olduğu faaliyetlerde Türk Derin Devletinin üzerine yıkılmaya çalışılmıştır.Zira iki veya daha fazla ülke resmi olarak dost hatta müttefik olarak bulunduğu bir dönemde bile, aynı ülkelerin derin devletleri savaş halinde olabilir.Unutulmamalıdır ki,derin devlet soyut bir kavramdır.
Derin devlet kavramının tarihçesi [değiştir]
1996'da yaşanan Susurluk skandalıyla giderek yaygınlaşan bir kavram olan derin devletin kökeni ve ne anlama geldiği konusunda farklı savlar vardır. İleri sürülen bir teoriye göre, derin devletin başlangıç noktası Soğuk Savaş döneminde NATO'ya üye ülkelerde oluşturulan ve CIA tarafından yönetilen ve finanse edilen istihbarat ve silahlı operasyon örgütlerine dayanır.[1] Bu örgütün Türkiye'de Kontrgerilla adı altında faaliyet gösterdiği iddia ediliyor.[1] 1974 yılında, bu iddiayı destekleyen ilk devlet adamı Eski Başbakan Bülent Ecevit olmuştur.[2] Bir diğer teoriye göre ise derin devletin kökleri, Osmanlı Devleti'nin son yıllarında İttihat ve Terakki yönetimi tarafından kurulan gizli istihbarat ve askerî operasyon örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa'ya kadar uzanır.[1] Bu iddiayı destekleyenler arasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan vardır.[3]

Derin devletin varlığına yönelik iddialar [değiştir]
Derin devletin varlığını dile getiren ilk devlet adamı Bülent Ecevit oldu. Ecevit, 26 Eylül 1974'te, Giresun'da yaptığı bir konuşmada şu ifadeyi kullandı:

12 Mart sonrası dönemde adı sanı ortaya çıkan ve tedbirlerin ve hatta soruşturmaların hukukiliğine ve insaniliğine gölge düşüren Kontrgerilla adlı örgütün, bu resmi görüntülü fakat gayriresmi örgütün niteliği ve amacı üzerindeki örtü kaldırılamamıştır.[2]

9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ise 17 Nisan 2005 tarihinde, CNN Türk'te yayınlanan Ankara Kulisi adlı programda konuyla ilgili şunları söyledi:

Derin devlet, devletin kendisidir. Askerdir, derin devlet. Cumhuriyet'i kuran askerler, devletin yıkılmasından daima korku duyar. Halk bazen sağlanan hakları suiistimal eder, yürüyüş hakkı verildiğinde gidip cam çerçeveyi indirerek, polisle çatışır. Derin devlete ülkenin muhtaç olması, ülkenin yönetilememesinden kaynaklanır. Derin devlet şu anda devrede değil. Derin devlet, kanaatlerine göre, devleti yıkılma sınırına getirmediğiniz sürece hareket halinde değildir. Onlar ayrı bir devlet değil, ama devlete el koydukları zaman derin devlet olurlar.[4]

Demirel, NTVMSNBC'de yayınlanan Basın Odası programında "Devletin tekliği esastır, iki devlet olmaz. Bizim ülkemizde iki devlet var. Bir derin devlet var, bir devlet var. Asıl olması gereken devlet yedek, yedek olması gereken devlet asıldır" dedi.[5] 12 Eylül 1980 askerî yönetiminin başı olan Kenan Evren, "Sayın Demirel doğru söylüyor. Derin devlet biziz. Devlet zaafa uğradığında el koyarız. 1980'de Demirel'in suçu yoktu. Daha yeni gelmişti, ne yapalım onun dönemine rastlamıştı"[5] diyerek Demirel'in görüşlerine destek verdi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, AGOS gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'in öldürülmesinin ardından, 26 Ocak 2007 tarihinde Kanal 7'de yayınlanan İskele Sancak adlı programda şu sözleri dile getirdi:

Derin devletin varlığına katılmıyorum diye bir şey yok, katılmıyorum olur mu, neden olmasın. O her zaman olmuş. Türkiye Cumhuriyeti döneminde başlamış bir şey de değil. Ta Osmanlı'dan. Bu gelenekten gelen bir şey zaten. Ama bunu minimize etmek, mümkünse yok etmek, bunu başarmak gerek.[3]

Erdoğan, "kurumlar içi çeteleşme"[2] olarak nitelediği derin devletle ilgili açıklamalarını şöyle sürdürdü:

Bu tür bir yapı var. Bugüne kadar bu tür bağlantıların üzerine gidilmediği için bedelini hem millet hem devlet olarak ödedik. Yürütme olarak belirli bir yere kadar gidebiliyoruz. Bu olayların üzerine yürütme, yasama, yargı birlikte gidilmeli. Meclis araştırma komisyonlarından bir sonuç çıkmıyor. Trabzon'da attığımız adım, bunun adımıdır. Vali ve emniyet müdürünün görevden alınması ve mülkiye müfettişleri göndermek bu işin altyapısını oluşturma çabasıdır. Geçmişte ne gibi yazışmalar oldu, müdahale yapıldı mı bakılacak. Bir başka ile sıçrayabilir. Şemdinli'deki netice herkesi tatmin etmemiş olabilir. Şemdinli'den sonra bir sürü olay oldu. Sauna, Atabey çetesi çıktı. Kurumların içindeki çeteleşme bağlantılarının üzerine ısrarla gidilmeli.[2]

Eski Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener ise devlet içinde gayrimeşru oluşumların yer aldığını, fakat kullanımı yaygınlaşmış olan "derin devlet" kavramının yanlış olduğunu savunuyor:

Derin devlet öteden beri polemiklere konu olmuştur. Bir takım güvenlik birimleri, kamu sıfatına sahip kişiler kendilerine görev ve yetki biçiyor. Ülkenin geleceğini koruma görevini kendilerinde buluyor. Vatan ve memleketle ilgili olarak kendilerini daha imtiyazlı sayıyor. Kendilerini vatansever görüp bazı eylemler yapmaya adıyor. Bunlar var mı, yok mu bilemem ama hiçbiri yasadaki yetkileri içermiyor. Anayasadan, yasalardan alınmayan bir yetkinin devlet adına kullanımı "meşru yetki" değildir. Bu kişilerin resmi sıfatları da olabilir. Yasaya dayanmıyorsa, yapılan işi devlete ait bir iş olarak görmüyorum. Ben onu ne bilinen, ne de derin devlet olarak nitelerim. Bu tip şeylere devlet bile demem.[6]

Ergenekon (örgüt)

Örgütün tarihçesi
Avrupa'da II. Dünya Savaşı'ndan sonra muhaliflerin (o dönem komünistlerin) iktidara gelmesini önlemek için kurulan "Gladio" adlı kontrgerilla örgütünün Türkiye'deki uzantısına siyasi literatürde Kontrgerilla denilmektedir
NATO'nun Özel Harp talimnamelerine göre, üye ülkelerde kurulan NATO birimleri Türkiye'de önce Seferberlik Tedkik Kurulu adıyla örgütlenmiş sonra doğrudan Genelkurmay Başkanlığı'na bağlı Özel Harp Dairesi çatısı altında ve bunun sivil uzantısı olarak faaliyet yürütmüştür.
Danıştay'a yönelik saldırı sonrasında çıkan ilişkiler ağıyla gündeme gelen "devlet yanlısı çete" yapılanmasının, uzun süredir Türkiye'de faaliyet gösterdiği ve devleti korumak amacıyla siyasi suikasttan naylon terör örgütü kurmaya" kadar birçok illegal eylemi onayladığı ortaya çıkmıştır.
Deniz Kuvvetlerinden ayrılma araştırmacı-yazar Erol Mütercimler, ilk kez 1980'de örgütün varlığından haberdar olduğunu dile getirmiştir.

Örgütlenme yapısı
12 Kasım 1996 tarihinde Anavatan Partisi Genel Baskani Mesut Yılmaz'ın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e verdigi, Cumhurbaşkanı tarafından da gereğinin tetkik ve tahkiki için Başbakan Prof.Dr.Necmettin Erbakan'a verilen mektupta;
``Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde Özel Harekat Dairesinin bulunduğu alınan duyumlara göre bu dairenin bazı elemanlarının uyuşturucu, kumarhane, haraç ve adam öldürülmesi gibi işlere karıştığı, son olay da bunun vehim olmadığını sanıldığından da kötü oldugunu gösterdiğini, Ömer Lütfi Topal'ı öldürenlerin itiraflarinin fevkalade enteresan oldugunu, bu kişiler suçu itiraf ettikleri halde Ankara'ya celb edilerek hâlen serbest gezdiklerini, İstanbul Emniyet Müdürlüğünde her türlü dökümanın hazır olduğunu, aşiret reisinin Devleti kullandığını, Devlette görevli bazı kişilerin Özel Harekat Dairesi Baskanı İbrahim Şahin'den talimat aldıkları ve bunun İçisleri Bakanı dahil bir takım yüksek yerlerin bilgisi dahilinde olduğunu, Devletin emrinde çalışan ve suça karışan 100-120 kadar kişi olduğunu, bu işin Devlet çapında soruşturulması gerektiğini, bu işe seyirci kalınır ise Demokrasinin işleyebileceğinden şüphe duyulacağını, bunların meydana çıkarılması hâlinde de Devletin zarar göreceğinden endişe ettiğini, normal Devlet mekanizmasına güvenin olmadığını, Devlet Denetleme Kurulu'nun böyle bir şeyi üstlenebileceğini... iddia etmiştir.
İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek Susurluk Komisyonuna gönderdiği 9 Aralık 1996 tarihli yazısının ekindeki (4) sahifelik Genel Çerçeve başlıklı yazısı, TBMM Başkanlığına yazılmış (15) sahifelik Mehmet Ağar ve Tansu Çiller hakkında suç duyurusu olduğunu iddia ettiği dilekçesi ve diğer eklerden olusan toplam 183 sayfalık metin, 2 adet fotoğraf ve 40 sahifelik gazete küpürlerinin ve 26 Aralık 1996 tarihinde Komisyona sunduğu dilekçesi ve eklerinin incelenmesinde;
DYP Genel Başkanı, İstanbul Milletvekili Tansu Çiller'in başta MİT, Emniyet, Jitem, Özel Kuvvetler Komutanlığı gibi devlet kurumlarının görevlileri olmak üzere mafya diye nitelenen bazı suç örgütlerinde yer almış kişilerden oluşan özel bir suç örgütünün kurulmasını azmettirdiği, bu örgütü eline geçirdigi, devlet olanakları ile beslediği, himaye edip, yönlendirdiği, bu örgütün ABD'nin CIA ve İsrail'in MOSSAD İstihbarat Örgütleriyle bağlantılı olduğu ve örgütün mensupları arasında Özel Büro diye anıldığı, Çillerin Özel Örgütü nün hâlen bir tanıtım ajansi biçiminde faaliyet yürüttüğü; çok geniş bir coğrafyayı hedef aldığı; İstanbul, Ankara, İzmir, Washington ve Tel Aviv'de büroları olduğu, Türk Silâhlı Kuvvetleri, Ülkücü Mafya, Emniyet Teşkilatı, Uyuşturucu silâh ve nükleer madde mafyası ve MİT içerisinde uzantıları olduğu ve toplam (700) kişiden oluştuğunu, başında (özellikle kendisinin yayınladığı Aydınlık isimli dergi) yer alan haber ve yorumlara dayandırarak iddia etmektedir. Bu iddiaya göre; örgütün lider kadrosu DYP Genel Başkanı ve İstanbul Milletvekili Tansu Çiller ve eşi Özer Çiller, Elazığ Milletvekili Mehmet Ağar, MİT Müsteşar Yardımcısı ve Kontr-Terör Daire Başkanı Mehmet Eymür, Emniyet Genel Müdürlüğü Müşaviri Emekli Yarbay Korkut Eken, Özel Harekât Dairesi Başkanı İbrahim Şahin, Ülkücü Mafya Şeflerinden Abdullah Çatlı ve Alaattin Çakıcı'dan meydana geldiği ileri sürülmektedir.
İddiaya göre; örgütün Emniyet içindeki uzantısının başında Mehmet Ağar yer almakta, örgütü onun müşaviri olan Korkut Eken ``sevk ve idare etmektedir. Yine iddiaya göre;
Örgütün MİT içindeki uzantısının başında ise; Kontr Terör Daire Başkanı Mehmet Eymür ve Tolga Atik yer almaktadır.

İsrail Hükümetinden Yahudi Çete Üyelerine AF!

Amerikalı Yahudi gazeteci Robert Friedman, Machteret Yehudit (Yahudi Çetesi) olayının derinleme bir incelemesini yapmıştı. Verdiği ilginç bilgiler vardı: O dönemde İsrail basınındaki yaygın bir iddiaya göre İsrail'in iç güvenlik servisi Shin Bet, Machteret Yehudit'in daha önceki eylemlerini Arap belediye başkanlarının öldürülmesi, İslam Koleji'nin taranması gibi biliyorlardı ve buna rağmen de örgüte hiçbir müdahalede bulunmamışlardı. Friedman'ın yorumuna göre, İsrail otoriteleri aslında örgütün Mescid-i Aksa'yı yıkma planından da haberdar oldukları halde bir süre onlara engel olmamışlar, ancak olayın basına sızması ve sonuçlarının da çok tehlikeli olacağını fark etmeleri üzerine Machteret Yehudit'i durdurarak üyelerini tutuklamışlardı. Yitzhak Şamir'in örgütün üyeleri için "harika insanlar" deyişi ya da onları hapse mahkum eden yargıcın kararı açıklarken "bu insanlara yurtseverlikleri nedeniyle saygı ile bakılması gerektiği" şeklindeki garip sözleri, hep bu isteksiz engel oluşun göstergeleriydi. Üst rütbeli İsrail subayı Avi Yitzhak, İsrail yönetiminin Machteret Yehudit'e uzun süre engel olmadığını, çünkü "üst düzey politik ve askeri yöneticilerin, örgütü, demokratik bir devletin yapamayacağı eylemleri yapabilmesi için muhafaza ettiğini" söylemişti. Friedman, "Machteret Yehudit olayı içinde İsrail hükümetinin parmağı vardı, ama bunun oranı hiçbir zaman bilinemeyecek" diyordu.
1985 yılında, hapisteki Machteret Yehudit üyelerinin serbest bırakılması için etkili bir kampanya başlatıldı. Kampanyanın en ateşli destekçileri Knesset üyesi politikacılardı. Her partiden, hatta "solcu ve laik" ve sözde barış yanlısı İşçi Partisi'nden bile çok sayıda Knesset üyesi bu "harika insanları" hapisten çıkarmak için çalıştılar. Sonuçta birbiri ardına gelen aflarla hepsi serbest bırakıldı.
Sonuç olarak, Harem-i Şerif'teki İslam mabetlerini yıkarak, yerine Mesih Planı'nın son kehaneti olan Tapınak'ı inşa etmeye çalışan Machteret Yehudit'in gerçekte Kabalacılar (Gush Emunim) ve İsrail hükümetinin izniyle oluşturulmuş bir örgüt olduğunu, ancak örgütün biraz aceleci davrandığı için durdurulduğunu söyleyebiliriz.
Dolayısıyla, Machteret Yehudit'in İslam mabetlerini yıkma planının engellenmiş olması, İsrail yönetiminin bu mabetlerin varlığından memnun olduğu anlamına gelmemektedir. Nitekim bugün İsrail yönetimi, daha dolaylı bir yoldan Mescid-i Aksa ve Kubbet-üs Sahra'yı yıkma yolundadır. Bunun için, bu iki kutsal mabedin altının oyulması yoluna gidilmiştir; ufak bir sarsıntı sonucunda "kendiliğinden" yıkılmaları beklenmektedir. Haftalık Aksiyon dergisi, "İsrail Mescid-i Aksa'yı yıkıyor!" başlığıyla verdiği bir haberde bu konuya değinmişti. Aksiyon'un 13 Mayıs 1995 tarihli haberi şöyleydi:
"... Yahudilerin Mescid-i Aksa'ya giremiyor olması, Mescid-i Aksa'nın güvenlikte olduğu anlamına gelmiyor. Yahudiler, Müslümanlar için mukaddes olan bu mekanın altını kazı çalışmaları adı altında oyarak, bir şekilde çökertmeye ve kendilerince eskiden orada mevcut olan Tapınaklarını yeniden inşa etmeye çalışıyorlar. Bunun için plan ve projeler bile hazırlamışlar.
Yahudilerin bu konudaki çalışmalarını, Mescid-i Aksa'nın mihrap yönündeki penceresinden aşağı bakınca rahatlıkla görebiliyorsunuz... Bu bölgede çok sayıda buldozer ve hafriyat araçları çalışıyor... Bu kazı alanının görüntülerini çekmeye çalışırken, çok sayıda İsrail askerinin, başlarında beyaz gömlekli bir arkeologla beraber Mescid-i Aksa'ya doğru ilerlediklerini gördük... Bir kapıdan Mescid-i Aksa'nın altına giriverdiler. Aksa'nın içinde namaz kılan Müslümanların bizlere söyledikleri 'bunlar bir gün bizi Aksa ile birlikte göçürecekler' sözleriyle neyi kastettiklerini şimdi anlıyorduk... Kazı çalışmalarının yapıldığı mahale inip bilgi almak istiyoruz, ancak Müslüman olduğumuzu anlayınca yaklaşmamıza bile izin verilmiyor. Filistinli Müslümanlar da bu mahale giremedikleri için onlar da kazının hangi boyuta ulaştığı ve Mescid-i Aksa'nın altının ne kadarlık kısmının oyulduğunu bilmiyorlar.
İsrail, Mescid-i Aksa'ya karşı doğrudan bir saldırıda bulunduğu takdirde... İslam ülkelerinin topyekün cephe almasından çekiniyor... (Bu nedenle) tarihi kazı yapıyor gibi göstererek, kendiliğinden çökecek bir hale gelmesi için uğraşıyor. Böylece ülke olarak kendisini geri çekecek ve üzerine bir sorumluluk almadan hedefine ulaşmış olacak."

İsrailAskerlerininMescid-iAksaSaldırısıAltındaYatanGerçek: SON KEHANET

İsrailli askerlerin 27 Şubat 2004 günü Cuma Namazı çıkışında Mescid-i Aksa'ya düzenledikleri silahlı saldırıda 24 Filistinli sivil yaralandı. Saldırıda yaşlı, kadın ve çocuk ayırt edilmedi, göz yaşartıcı bombaların yanı sıra plastik mermiler de kullanılarak kalabalığın üzerine rasgele ateş edildi.
Bu saldırı bir ilk değildir. Yahudi geleneği olan Kabalist felsefenin tarihi ve amacı incelendiğinde bu tür saldırıların devam edeceği de açıktır. Zira Kabalist inanca göre Mesih'in gelişi için gerekli olan tüm kehanetler birbiri ardına gerçekleştirilmiştir ve bugün yerine getirilmesi gereken son bir kehanet vardır; Hz. Süleyman Tapınağı'nın yeniden inşa edilmesi. Siyasi Siyonizmi formüle eden Kabalacı Hirsch Kalischer'e göre ve diğer Kabalacıların da kabul ettiği gibi Yahudilerin Kudüs'ü ele geçirdikten sonra yerine getirmeleri gereken son kehanet budur ve bunun da yapılmasının ardından Mesih'in gelişi an meselesi olacaktır. İşte Mesih Planı'nın Müslümanlar ile Yahudileri karşı karşıya getiren kehanetsel yönü buradadır, çünkü Tapınak'ın inşası için, onun eski yerinde bugün duran iki İslam mabedinin, Mescid-i Aksa ve Kubbet-üs Sahra'nın yıkılması gerekmektedir. Bu ise dünya Müslümanlarının asla kabul etmeyeceği bir harekettir.
Peki İsrailliler bu son kehanet hakkında ne düşünmektedir? Yahudiler, Tapınak'ı yapmak için İslam'ın üçüncü kutsal mekanını yerle bir etmeyi hedeflemekte midir?
Tapınak'ın İnşasına Doğru?...
1984 yılının 27 Nisanında İsrail'de oldukça ilginç bir örgütün varlığı ortaya çıktı. Machteret Yehudit (Yahudi Çetesi) adındaki örgütün üyeleri, Arap yolcularla dolu olan beş yolcu otobüsünü havaya uçurmaya yönelik bir plan yapmış ama son anda olayın ortaya çıkması üzerine tutuklanmışlardı. Ancak daha önce gerçekleştirdikleri önemli eylemler vardı; 1980 yılında Batı Şeria'daki iki Arap belediye başkanının arabasına bomba koyarak öldürmüşler, 1983 yılında ise Hebron kentindeki İslam Koleji'ne silahlı bir saldırı düzenleyerek üç öğrenciyi öldürmüş, otuz üç tanesini de yaralamışlardı.
Ama kısa bir süre sonra, Machteret Yehudit'in tüm bunlardan çok daha büyük bir eylemi gerçekleştirmek üzere olduğu öğrenildi. Örgüt, Doğu Kudüs'ün, Müslümanların Harem-i Şerif, Yahudi ve Hıristiyanların ise Tapınak Tepesi (Temple Mount) adını verdikleri mevkiinde yer alan iki İslam mabedini, Mescid-i Aksa ve Kubbet-üs Sahra'yı havaya uçurmak için çok kapsamlı bir plan hazırlamıştı. Mabetlerin mimarı yapısı üzerinde profesyonel bir inceleme yapılmış, Golan Tepeleri'ndeki bir askeri garnizondan bol miktarda patlayıcı çalınmıştı. Kubbet-üs Sahra'yı etrafa zarar vermeden havaya uçurabilmek için, 28 ayrı patlayıcı Kubbe'nin belirlenmiş yerlerine yerleştirilecekti. Gerekirse Mescid-i Aksa'yı korumakla görevli silahsız Müslüman nöbetçileri vurmak için ucuna susturucu takılmış Uzi'ler ve göz yaşartıcı bombalar edinmişlerdi. Operasyon, yirminin üzerinde Machteret Yehudit militanının katılımıyla gerçekleşecekti.
Machteret Yehudit'in iki önemli lideri vardı, Yeshua Ben-Shoshan ve Yehuda Etzion. İsrailli yazar Ehud Sprinzak, "The Ascendance of Israel's Radical Right"(İsrail'de Radikal Sağın Yükselişi) adlı kitabında bu ikilinin kimliklerini incelerken, birer Kabalacı oluşlarına, özellikle de hareketin ruhani lideri sayılabilecek olan Yeshua Ben-Shoshan'ın Kabala üzerindeki derin çalışmalarına dikkat çekiyor. Bu iki Kabalacı'nın bir diğer ortak özellikleri ise İsrail radikal sağının en önemli politik organizasyonu ve "Kabalacıların partisi" olan Gush Emunim'e bağlı oluşlarıydı.
Ancak bu ikili, Ehud Sprinzak'ın yazdığına göre, Gush Emunim'in asıl çizgisinden sapmış olan genç Kabalacılardı. Gush Emunim'in büyükleri, dönemin en büyük Kabalacısı sayılabilecek olan Haham Zvi Yehuda Hacohen Kook'un "itidal" çizgisine bağlı kalmışlar ve Mescid-i Aksa'yı imha girişimlerine karşı hep "daha zamanı değil" diyerek karşı çıkmışlardı. Bu iki genç Kabalacı ise Gush Emunim içindeki dini hiyerarşiyi bozarak, kendileri gibi düşünen radikallerle birlikte kendi başlarına Tapınak'ı yıkmaya karar vermişlerdi. Bu, tarihteki "sahte Mesih" hareketlerine benzeyen bir durumdu; Yahudi tarihinde sık sık boy gösteren "sahte Mesih"lerin çoğu, büyük Kabalacıların yürüttüğü uzun Mesih Planı'nı beklemekten sıkılmış ve kendi başlarına işe soyunmuşlardı. Nitekim Gush liderleri de Machteret Yehudit olayını böyle yorumladılar. Yeshua Ben-Shoshan'ın hocası olan Kabalacı hahambaşı Yoel Ben-Nun, öğrencisini tarihteki sahte Mesihlerin en ünlüsü olan Sabetay Sevi'ye benzetmişti.
Zaten Yeshua Ben-Shoshan'ın daha önce de Gush çizgisine göre sivri kaçan bazı açıklamaları olmuştu. Ehud Sprinzak, Yeshua Ben-Shoshan'ın Gush liderlerinin inandıkları ama açıkça söylemeyi sakıncalı buldukları bazı konuları fütursuzca gündeme getirdiğini söylüyor. Bunların başında yakın gelecekte kurulacak olan "İdeal İsrail Devleti" projesi vardı: Yeshua Ben-Shoshan, Tapınak'ın yeniden inşasının ardından, İsrail'in, 70 bilge Kabalacıdan oluşan Sanhedrin kurulu tarafından yönetilecek bir Yahudi teokrasisine dönüşeceğinden söz etmişti. Bu, Gush liderlerinin de hesapladıkları şeydi, ama bunu açıkça söylemeyi asla uygun bulmamışlardı.
Kısacası, Machteret Yehudit'in üyeleri, herkesin yapmak istediği bir işi, sabırsızlıkları nedeniyle, uygun olmayan bir zamanda yapmaya kalkmışlardı. Bu nedenle, aslında, gerek Gush Emunim gerekse İsrail hükümeti, Machteret Yehudit'e ve eylemine gizli bir sempati ile bakmışlardı. İsrail mahkemesi, kanunlara göre suç oluşturan bu eylemi doğal olarak cezalandırdı, ama mahkeme kararından bir gün sonra, Başbakan Yitzhak Şamir, Machteret Yehudit üyeleri için şöyle diyebiliyordu: "Hepsi harika insanlar ama bir hata yaptılar." Gush Emunim'in önde gelen ismi Haham Moşe Levinger de eylemin teorik olarak doğru, ama zamanlama yönünden yanlış olduğu yönünde görüş bildirdi.

KOMÜNİZM VE SOVYETLER

Seksenli yılların sonuna dek iki kutuplu bir dünyada yaşıyorduk. İki birbirine zıt ideoloji dünya üzerinde "soğuk" bir savaşı sürdürüyor, kimi zaman söz konusu savaşın ısısı Üçüncü Dünya'nın uzak köşelerinde yükseliyor, silahlar konuşuyordu. Ama ne olduysa oldu, 1990'lara ayak basarken birden bire "komünist" kanat çöküverdi. Yıllardır "dünyayı tehdit eden" ideolojik ve askeri gücünün nasıl böyle aniden eriyebildiği ise akıllarda bir soru olarak kaldı.
Komünist Parti'nin ünlü propaganda afişlerinden biri.
Bu soru halen merak uyandırmaktadır. 10 yıl önce hemen herkes tarafından neredeyse "hiç sona ermeyeceği" düşünülen Soğuk Savaş nasıl böyle birden bitiverdi? Sovyetler'in kağıttan kaplan olduğu yıkıldıktan sonra anlaşıldı, peki o zaman on yıllardır bu "iki kutuplu dünya" nasıl varlığını sürdürebilmişti? Bu sorunun cevabı belki de "dünyanın resmi tarihi"nin biraz incelenmesiyle daha iyi anlaşılabilir.
Kitabın diğer bölümlerinde Ortadoğu'nun, faşizmin ve diğer pek çok önemli konunun göründüğünden daha farklı olabildiğine tanıklık ettik. Acaba aynı şey komünizm ve Soğuk Savaş için de söz konusu mu? Yıllardır tüm dünyayı tedirgin eden Soğuk Savaş, acaba göründüğünden farklı bazı ilginç hesapları içeriyor muydu?
Bunun için önce şu soruya cevap vermek gerek: Soğuk Savaş taraflar için -özellikle Batı içinde yer alan belli gruplar açısından- gerçekten tehlikeli ve tedirgin edici miydi? Bu gruplar, iki kutuplu dünyadan ne kadar rahatsız oluyorlardı ya da oluyorlar mıydı? Bu soruya gazeteci yazar Mehmet Ali Birand'ın öne sürdüğü bir düşünceyle ışık tutalım:
"Batı, Sovyetler Birliği'nin dağılışından bu yana kendine yeni bir düşman arıyor. Komünizm son derece yararlıydı. Tek başına, değişik ideoloji, değişik din veya renkteki insanı kolaylıkla birleştirebiliyordu. "Komünizm geliverir" dendi mi, herkes anlaşmazlıklarını içine atar ve ortak bir hedefe doğru birleşirlerdi. Şimdi komünizm tehlikesi bitince adeta düşmansız kalındı. Yeni bir düşman, yeni bir cepheleşme aranır oldu." (Mehmet Ali Birand, Sabah, 13 Mart 1993)
Evet, komünizmin varlığı Batı için -özellikle bundan menfaat sağlayan bazı gruplar için- öyle büyük bir tehlike değildi. Tam tersine büyük bir avantajdı. Doğu ve Batı arasında gerçekleştirilen silahsız savaşın ne uğruna yapıldığının düşünülmesi, bu avantajın ne yönde olduğunu bize açıklayacaktır. Sözde ABD ve Sovyetler iki zıt ideolojinin savaşını veriyordu. Birisi "özgürlük ve demokrasi" diğeri "proleterlerin ve ezilenlerin hakları"nı savunur görünüyordu. Ama "icraat"a bakıldığında -çoğu insan için- bu idealist sloganların hiç de önemli olmadığı anlaşılıyordu.
Sovyetler, Doğu Bloku ülkelerini ya da Afganistan'ı proleterleri korumak için mi işgal etmişti? 60 milyon "rejim aleyhtarı"nı, "halk rejimi sosyalizm" için mi öldürmüştü? Liderleri hiç de Marxist teoride söylendiği gibi, devleti feshedip yönetimi halka bırakmaya niyetli değildiler. Diktatörlük, proleteryanın değil, komünist partili yönetici elitlerin diktatörlüğüydü. Türk solunun ünlü isimlerinden M. Ali Aybar, "Leninist Parti, Burjuva Modelinde Bir Örgüttür" adlı kitabında, Sovyet sisteminin, hiç de "işçi sınıfı"nı iktidara getirmediğini, tam tersine "burjuva" benzeri bir tür yönetici elit kadrosunun despot rejimi haline geldiğini ayrıntılarıyla anlatır.
Bu sorulara kolayca "hayır" cevabı verebiliriz. Bu durumda karşılaştığımız gerçek, on yıllar boyu sürdürülmüş olan Soğuk Savaş'ın, ideolojik temellere ve "idealist" yaklaşımlara dayanmadığıdır. Bu ideolojik karşıtlık, iki ülkenin halkları için ya da diğer ülkelerin ateşli Amerikan ya da Sovyet taraftarlarının bir kısmı için geçerli olabilir, ama süper güçlerin lider kadrolarında yer alan bir kısım insanlar için söz konusu değildir. Söz konusu Amerikan ya da Sovyet yönetici elitlerin hesapları, ideoloji üzerine değil, "çıkar" üzerine olmuştur.
Bu sihirli kelimeyi "çıkar"ı inceleyelim. Yine bir soru soralım. "Çıkar" kimin çıkarıdır? Şunu kesin olarak söyleyebiliriz ki, bu "çıkar" kesinlikle sokaktaki adamın çıkarı olamaz. Vietnam Savaşı'nın ya da Afganistan'ın işgalinin ABD ve Sovyet toplumları için, oğullarını kaybetmek ya da en azından ekonomik sıkıntı içine düşmekten başka hiçbir sonucu olamazdı. Vietnam Savaşı, örneğin, ABD'li silah tüccarlarının çıkarlarına uygundu. Her iki kutupta da yönetici elit içinde yer alan bazı çevreler, ellerindeki propaganda araçlarını da kullanarak -Sovyetler'de resmen ve tümüyle ABD'de ise örtülü bir biçimde ve büyük ölçüde bu propaganda araçları yönetici elitin güdümündeydi- çıkarları doğrultusunda uyguladıkları eylemleri süslü ideolojik sloganlarla destekler ve meşrulaştırırlardı. Söz konusu insanlar, yalnızca "yolcu" politikacıları değil, hatta onlardan daha çok, çeşitli örgütlenmeler ve güç merkezleri sayesinde "hancı" haline gelebilmiş kişileri içeriyordu. Bu sisteme karşı çıkan Başkan Kennedy'nin uğradığı son bu yönden düşündürücüdür.
Bu noktadan biraz daha ileri giderek, her iki blokun da yönetici elitlerinin -ideolojileri ciddiye almadıkları gerçeğini de göz önünde bulundurarak- bir anlamda bir anlaşma içinde bulunduklarını düşünelim. Her iki blokun da politik dengeler ne kadar gerginleşirse gerginleşsin, herşeye rağmen 'detant'ın (yumuşamanın) zedelenmeyeceği'ni özellikle belirtmeleri dikkat çekiyordu. Çünkü detant, politik yumuşamanın değil, ekonomik yumuşamanın adıydı. Bu da "çıkar" anlamına geliyordu. Kimi Batılı şirketlerin -her iki tarafında yönetici elitleri için karlı olan- Rusya'daki yatırımlarının zarar görmemesine özellikle dikkat ediliyordu. Sanki iki taraf arasında yazılı olmayan fakat "fiili durumla" kendini belli eden bir anlaşma vardı.
Sonuçta her iki tarafın yönetici elitlerinin "çıkar" gibi ortak bir hedef peşinde iken, "çıkar"larının örtüşmesi ve bunun sonucunda görünmeyen bir ittifak uyguladıkları gibi bir düşünce öne sürebilir. Bu haliyle, yalnızca mantıksal bir varsayım olan bu düşünce ilerleyen satırlarda ele alınacaktır.
İki blokun yönetici elitleri arasında bir çeşit ittifak olduğu düşüncesi, acaba realiteye uygun mu? Bu soruya çoğu kimse ilk başta olumsuz cevap verebilir. Dünyanın "resmi tarihi", dünyanın yönetimini paylaşanlar tarafından yazılır ve telkin edilir. Bu nedenle, Sovyetler ve ABD'nin, hatta daha ileri gidersek kapitalizm ve sosyalizmin arasında bir çeşit "ittifak" olabileceği düşüncesi, genel kabul gören doğrulara çok terstir. Bu bölümde, söz konusu "telkin edilmiş kabul"lerin dışına çıkarak bu konuyu incelemeyeceğiz.
Elbette böyle bir ittifakın olabilmesi için, kapitalist ve sosyalist liderlerin -tabii hepsini kastetmiyoruz- arasında görünmeyen bir bağ olması gerekiyor. Gizli ve dışa kapalı, yalnızca kendi üyeleri arasında tam mahiyeti bilinen bir örgütlenme bunu sağlayabilir. Bu örgüt masonluktan başkası değildir.,
Karl Marx'ın Bulanık Görüntüsü
Marx, "sosyalizmin babası", sömürülen işçi sınıfının en büyük "koruyucusu", materyalizmin ateşli savunucusu ve dinin de en büyük düşmanıydı. "Proleterler"e sözde bir yeryüzü cenneti vaat ediyordu. Şartı ise insanlarının din ahlakını tamamen göz ardı etmeleriydi. Bu konuda, aslında kapitalist Batı görüşüyle ortak bir noktada, "din dışı"lıkta birleşiyordu. Sosyal bilimci Karl Popper bile Marx ile Eski Ahit (Tevrat) arasındaki paralellikten sözeder. Marx son derece dindar bir Musevi aileden gelmesine rağmen, tüm bu mirasa yüz çevirmiş ve dini reddetmişti. Marx'ın geçmişine bakmak bu tezleri doğrulayacak bilgileri verir:
Marx
"Marx, Batı Prusya'da Yahudi bir ailenin oğlu olarak doğmuştur. Babası Heinrich'in esas adı Hirchel Ha-levi ve bir Talmud öğrencisi, dedesi ise haham. Marx'ın yazdığı ilk makale Yahudi sorunlarıyla ilgili. Marx'ın ailesi birkaç nesildir Talmud öğrencisi, Hirchel'in erkek kardeşi Truer'in başhahamı, Heinrich Marx, Hanrietta Pressburg adında Nijmegen'li bir hahamın Macar kökenli kızıyla evleniyor." (Encyclopedia Judaica, cilt 11, sf.1071-1074)
Ancak ne ilginçtir ki Yahudi inancını reddeden Marx, bu inancın içindeki dejenere bir öğretiden, yani Kabala öğretisinden etkilendi:
"Marx'ın yabancılaşma ve özgürlük teorileri sürgünden bir dönüş gibi, Lurianic Kabala gibi anlaşılmalıdır. Fishman, Marx'ın sosyal gerçek anlayışında Yahudiliğe dayalı bir yan bulduğunu ortaya koydu." (Jewish Chronicle, 10 Nisan 1992)
Yahudi dinini reddeden Marx, koyu bir din düşmanı oldu. Olayın bir de "metafizik" boyutu vardı. Kabala'dan esinlenen Marx'ın, bunun sonucu olarak "satanizm" (şeytana tapınma) ile de ilginç bağlantıları vardı:
"Gençlik dönemlerinde, Berlin Üniversitesi'nde Karl Heinrich Marx, kin duygusunu depreştiren çok tehlikeli törensel bir tür satanizme ilgi gösterdi. O günden sonra yazdığı şiirleri 'Oulanem'e adadı. 'Oulanem' şeytan için kullanılan mistik bir isimdi." (The Keys of This Blood, Malachi Martin, sf.200)
Marx'ın karanlık yönleri bunlarla sınırlı değildir. Sosyalizm-kapitalizm birlikteliğinin ilk örneği belki de Marx'tır. Çünkü, garip ama gerçek, ateşli burjuvazi düşmanı Karl Marx, İngiltere'nin en büyük "burjuva"sı Yahudi banker Rothschild ve benzeri kişilerle ilişki içindeydi.
"Marx'ın ekonomik görüşleri City of London'daki banka kuruluşlarının ve özellikle The House of Rothschild (Rothschild Bankası)'in görüşleri ile tamamen uyumlu idi, Karl Marx'ın Moskova'da değil, Londra'da ortaya çıkmış olmasının bir rastlantı olmaması gibi. Rothschildlar tarafından, Çar'ın Avrupa ve New York bankalarında bulunan 1 milyon dolarının getirilmesinin Bolşeviklerin zaferindeki payı da bir rastlantı değildi. Marx'ın, Jenny von Westphalen'le olan evliliği aracılığıyla İngiliz aristokrasisiyle olan yakın ilişkisini de çok az kişi bilir." (The World Order, A Study in Hegemony of Parasitism, Eustace Mullins, sf.48)
Bunun yanı sıra Marx, devrin mason locaları ile de yakın iş birliği içindeydi. Almanya'da Adam Weishaupt'un örgütlediği "illümine" masonların kurduğu "Bund der Gerechten" (Doğrular Birliği) Marx'ın ilişki içinde olduğu loca idi. Bu locanın ismi daha sonra "Bund der Kommunisten"e dönüştü. Marx ve Engels Komünist Manifesto'yu bu loca için kaleme aldılar. Manifesto'nun 20 yıl boyunca yazar ismi olmadan çıkmasının nedeni buydu.
"Komünist Derneği'ni yöneten illümine masonlar Karl Marx'dan Bavyera İllümineleri'nin programını bir manifesto şeklinde hazırlamasını istediler. Marx, 1847 Aralığı'nda çalışmalarına başladı. Çalışmanın adı da Komünist Manifesto oldu. Marx'ın burada yaptığı, Bavyera İllüminelerinin kurucusu olan Adam Weishaupt tarafından 70 yıl önce geliştirilen devrimci prensip ve programları gün ışığına çıkarıp düzenlemekti." (Le Pouvoir Occulte, Fourrier du Communisme, Jacques Bordiot, sf.102, 103)
"Komünist Manifesto'yu hazırlayan üçüncü kişi de yine Yahudi bir aileden gelen Jean Laffite idi... Gerçekte Komünist Manifesto'nun başlangıcı üç zengin burjuvaya dayanıyordu, Marx, Engels ve Laffite". (Le Pouvoir Occulte, Fourrier du Communisme, sf.120-131)
"Burjuvazi örgütü" olarak nitelendirilen masonluğun, Marx'ın ardından komünizmin yayılması için gösterdiği gayret de ilgi çekiyordu. Bu durum, ister istemez Paris Komünü'nde "kahramanca çarpışan" loca üyelerini akıllara getiriyordu.
Anarşist Komünizmin Kurucusu: Joseph Proudhon
Komünist felsefenin gelişmesinde Marx'ın yanı sıra, başka ilginç kişiler de vardı. Bunlardan biri "anarşist komünizm"in kurucusu Proudhon'dur.
Proudhon, anarşist bir bireyciydi, geliştirdiği kuram ve doktrinler 'Anarşizm' diye tanındı. Proudhon fikirlerini, "Anarşi, bugünkü toplumların, hiyerarşik ilkel toplumların var oluş şartıdır" diyerek ifade etmekteydi. (Meydan Larousse, cilt 10, syf. 349). 1840 yılında yayınlanan ünlü kitabı "Mülkiyet Nedir?" anarşist komünizmin temel kaynağı oldu.
"Proudhon, zamanın tüm sosyalist önderleri gibi masondu" (Le Nouvel Observateur, France 30 Ocak - 5 Şubat 1987 - Le Crapouillot, Yeni Dizi, no:49, Paris 1979)
Fikir alış verişinde bulunup yardımlaştığı çevresi de hep masondur. 1843-46 yılları arasında Paris'te Martin Nodand masondu (Mülkiyet Nedir? Kronoloji Bölümü, sf.10), Bakunin de masondu. (Dictionnaire de la Franc-Maçonnerie, Daniel Liou, sf.102) Her ikisi de Karl Marx ile sık sık görüşüp birlikte olmuşlardır. Marx, "La Sainte Famille" adlı eserinde "Mülkiyet nedir?" i ve Proudhon'u uzun uzun övmüştür.
Proudhon, 1848'de mason olan Fransa Kralı Napoleon Bonaparte (Masonluk Üzerine, sf.10) ile tanışıp sürekli görüşmeye başlamıştı; hatta çevresindekiler Proudhon'u, Napoleon'un ajanı olarak nitelendiriyorlardı.
Proudhon'un ortaya attığı bu sapkın sistem, yani ANARŞİZM, kişi üzerindeki her türlü otoritenin reddidir. Bu otorite özellikle din ve ahlak öğretileri ve devlettir. Proudhon'a göre, hakim sınıfın maşası olan devlet, en kısa zamanda yıkılmalı, yerini halkın tümünü temsil eden bir rejime bırakmalıdır ve bu rejim de komünizmdir. Devletin yıkılması için asıl yöntem kanlı ihtilallerdir. Tıpkı Fransız, Rus ve Alman ihtilallerinde olduğu gibi. Ayrıca din ve ahlak öğretileri diye adlandırdığı kıstasların da kişilerin özgürlüğünü engellediğini savunmuştur. Bu yüzden devlet gibi, dini ve ahlakı da reddetmiştir.
Oysa bu değerlerin hiçbiri insan üzerinde otorite kuran unsurlar değil, tam tersine insanın huzur ve güvenliği için şart olan öğelerdir. Devletin, ahlaki değerlerin ve en önemlisi de din ahlakının olmadığı bir ortam, sürekli kaosun hakim olacağı bir ortamdır. Kaos ise insanlığa hiçbir zaman fayda getirmez.

İSRAİL'İN ULUSLARARASI CİNAYET ŞEBEKESİ: MOSSAD

Mossad; dünya genelinde faaliyet gösteren, en gizli, en bilinmeyen istihbarat örgütüdür. Çoğu kimse İsrail gibi "küçük" bir devletin niçin ve nasıl böyle bir organizasyona sahip olduğunu anlayamaz. Süper güç ABD'nin CIA'i dışında dünyada bu kadar etkin tek istihbarat örgütünün İsrail'e ait olması aslında oldukça dikkat çekicidir.
Mossad'ın kurulmasından önce İsrail Devleti'nin istihbaratı SHAI isimli örgüt tarafından sağlanıyordu. Mossad'ın kurulmasıyla bambaşka bir yapılanma ve dünyanın en tehlikeli cinayet şebekesi oluşturuldu. Bu cinayet şebekesi pek çok ülkede mafyayı, terör örgütlerini ve kontrgerillayı örgütledi.
İtalyan Panorama dergisi, İsrail'in uluslararası cinayet şebekesi Mossad'ı bu kapakla tanıtmıştı.
Mossad'dan önce, onun görevini üstlenen SHAI isimli örgütün görünümü ise şöyleydi:
"SHAI, Sherut Yediot baş harflerinden oluşan bir kısaltma. İbranice'de Bilgi (istihbarat) Servisi anlamına geliyor. Haganah'ın istihbarat kolu. İsrail Devleti'nin kurulmasıyla Haganah, İsrail ordusunun içinde eriyor ve SHAI da yerini altı hafta sonra yeni kurulacak İsrail İstihbarat Servisine bırakıyor. SHAI servisinin en son Başkanı Isser Beeri." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.16)
"Isser Beeri SHAI üyeleriyle yaptığı son toplantıda, Ben Gurion'un isteğini açıklıyor: SHAI'nin dağıtılması ve bu üyelerin yeni kurulacak istihbarat servisini şekillendirmesi. Bu sadece SHAI'nin isim değiştirmesi olayı değildi. İsrail'de dört tane yer altı istihbarat grubunun oluşması anlamına geliyordu." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.17)
Mossad, 1 Nisan 1951'de kurulmuştur. İbranicesi 'Ha-Mossad Le-modiin Ule-tafkidim meyuhadim', yani özel konular ve istihbarat örgütüdür.
"Mossad'ın ilk Başkanı bir hahamın oğlu olan Reuven Shiloah'dır. Shiloah, başkanlığı çok kısa sürmesine rağmen teşkilatın temel kurallarını belirleyen kişi olmuştur." (Israel's Most Secret Service Mossad, Ronald Payne, sf. 27)
"Shiloah, II. Dünya Savaşı'ndan sonra Siyonist liderlere yazdığı gizli raporda yabancı istihbaratlarla ilişkiye geçeceklerini özellikle CIA'e bildirmişti. Shiloah tüm dünyadaki Yahudilerle, Yahudi Devleti arasında kurulacak sağlam ilişkinin öneminin farkına varmıştı." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.30)
Mossad'ın bölümleri
Mossad, çalışmalarını farklı alanlarda uzmanlaşmış 4 ayrı bölümle yürütür. Bunlar: Askeri İstihbarat, Yerli Gizli Servis, Yabancı İstihbarat Servisi ve Aliyah Beth.
Birinci bölüm: "Askeri İstihbarat"
"Mossad'ın askeri istihbarat bölümü, 'Aman' olarak tanınır. İbranice adı 'Agaf ha-Modi'in'dir. Bunun tercümesi, "istihbarat kanadı"dır. Görevi Müslüman ülkeler hakkında bilgi toplamaktır." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf. 17)
"Aman" çok iyi organize edilmiş bir askeri birliktir. Altı bölümden oluşur. Özellikle iki bölüm tarafından yönetilir: Toplama ve Prodüksiyon. Toplama bölümü, sınır ötesine ajanlar göndermek, radyo kanallarını ele geçirmek, genellikle ülkelerdeki telefon konuşmalarını dinlemekten sorumludur. Prodüksiyon bölümünde, "Aman"lı 7.000 kişinin 3.000'i çalışır. Konuları, dış ülkelerden çalınan belgelerin ve bilgilerin analizidir. Bu analizler politikacıların karar vermesinde yardımcı olur. "Aman" basına verilen bilgileri de kontrol altında tutar. (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.207-208)
Mossad'ın Tel Aviv'deki binası.
"Aman'ın sınır ötesi harekatlar için oluşturduğu çok gizli komando birliğinin adı Sayeret Matkal'dır." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf. 182)
"30 Haziran 1954'te Aman'ın gizli kolu Unit 131 Mısır'da bir operasyon düzenliyor. 'Operation Susannah' adlı operasyon bir sabotaj. Bombaların hedefi Mısır askeri örgütleri değil; İngiliz ve Amerikan enstitüleri, tiyatrolar ve postaneler. Bundaki amaç Washington ve Londra'nın Mısır aleyhinde bir politika geliştirmelerini sağlamak. Bu iş için Alman Yahudisi Avraham Seidenwerg seçiliyor. Kibbutz'da Avri El-Ad adını alıyor. Daha sonra Mısır'a Paul Frank adında zengin bir Alman iş adamı karakterinde gidiyor." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melmon, sf. 56)
"Aman'a bağlı 'Gadna'da değişik bir eylem grubu: "Gadna yarı askeri bir gençlik grubudur." (Kader Üçgeni, Noam Chomsky, sf.229)
İkinci bölüm: "Yerli Gizli Servis"
"(Domestic Secret Service) Yeril Gizli Servis; başına Isser Harel getiriliyor. Bu servis "Shin-Beth" adında. Genel Güvenlik Servisi anlamında. İbranicesi Sherut-ha-Bitachon ha-Khali." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melmon,, sf.7)
"Shin Beth, Destek ve Operasyon olmak üzere iki bölüme ayrılıyordu. Destek bölümünde, sorgulama teknolojileri, koordinasyon ve operasyonlar için lojistik destek vardı. Operasyon bölümü ise üçe ayrılıyordu: 1- Koruma ve güvenlik: İsrail elçiliklerini, Başkan'ı ve İsrail savunma sanayinin korunması, 2- Müslüman ülkelerle ilişkiler, 3- Müslüman olmayan ülkelerle ilişkiler." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.50)
Üçüncü bölüm: "Yabancı İstihbarat Servisi"
Bu servisin ilk Başkanı Boris Gurtel'dir.
"Yabancı istihbarat servisi Varash'ın toplantı saati, yeri hiçbir zaman bilinmez. Dikkatlice saklanır. Varash, halka hiç açıklanmamıştır. Varash'ın görevi, çeşitli gizli servisler arasında bağlantı kurmaktır." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf. 26)
Mossad şefleri: Isser Harel (1952-63), Meir Amit (1963-68), Zwi Zamir (1968-74) ve İzak Hofi (1974-82)
"Politika Şubesi, adına rağmen, İsrail istihbaratının denizlerarası kolunu oluşturur. Bu şubenin ajanları diğer gizli servislerle bağlantı kurarlar. Politika Şubesi ajanları Londra, Roma, Paris, Viyana, Bonn ve Cenevre'de İsrail konsolosluklarında diplomasi kisvesi altında operasyonlarını yapıyorlardı. Böylesi daha avantajlıydı, çünkü diplomatların dokunulmazlıkları vardı." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melmon, sf.26-27)
Dördüncü bölüm: "Yer altı Gizli İşleri Servisi"
"'Aliyah Beth (Yer altı Gizli İşleri Servisi). Bu bölüm yer altı gizli işlerine devam edecekti. Orijinal görevi Yahudilerin Filistin'e kaçmasını sağlamak ve bu işi yasal hak haline getirmekti. 1937'de Haganah tarafından kuruldu. Bu bölümün başında Saul Meyeroff, takma adlı Shiloah, vardı." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melmon, sf.18)
Mossad'ın Yahudileri Göç Ettiren Kolu: "Aliyah Beth"
Yahudileri Filistin topraklarına göç ettirme görevini Mossad'ın özel bir bölümü üstlenmiştir. Bu iş için kurulmuş olan Aliyah Beth isimli alt örgüt, dünyanın pek çok yerinde düzenlediği provokasyonlarla sahte bir Yahudi aleyhtarı hava estirmiştir.
"Aliyah Beth, 'Sihirli Halı Operasyonu' (Operation Magic Carpet) adı altında bir operasyon düzenledi. Bu operasyonda Near East Air Transport Corporation adında, İsrail hükümetiyle gizli bağları olan bir şirket kullanıldı. 1948 ve 1949'da bu şirket Yemen ve Aden'li 50 bin Yahudiyi gizlice İsrail'e taşıdı."
1964-72 Aman şefi Aharon Yariv, 1950-55 Aman şefi Binyamin Gible
(Soldan sağa)1972-74 yılları arası Eli Zeira, Aman'ın 1974-79 yılları arasındaki şefi Shloma Gazit ve 1986'dan sonra Aman şefliğini yürüten Amnon Shahak.
"Irak'ta 1950 Martı'nda, meclisten çıkan yasayla, isteyen bütün Iraklı Yahudilerin Irak'ı terk edip İsrail'e gidebileceği açıklandı. Tek şart Irak vatandaşlığından vazgeçmeleriydi. Bu sürpriz açıklamanın altında, Irak Başbakanı Tevfik el-Sawidi'ye İsrail ajanları tarafından verilen rüşvetler yatıyordu. Tevfik el-Sawidi aynı zamanda Irak Tur'un başkanıydı ve bu turizm şirketi Near East Air Transport'un bir bölümüydü. Tevfik el-Sawidi değildi. Daha sonra Başbakan olan Nuri as-Said de İsrailli ajanlar tarafından faydalandırılmıştı." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melmon, sf.36)
İsrail eski Cumhurbaşkanı Haim Herzog 1949-50, 1959-62 yılları arasında askeri istihbarat servisi Aman'ın şefliğini yaptı. Bir dönem İsrail Başbakanlığı da yapan Ehud Barak ise, 1983-85 yılları arasında Aman'ın şefliğini yapmıştı.
(Solda) Menahem Begin 1974-81 arasında Shin Beth şefliği yapan Avraham Ahituv'la beraber. (Ortada) 1953-63 arası Shin Beth şefi olan Amos Manor. (Sağda) Yosef Harmel 1964-74 ve 1986-88 yılları arasında Shin Beth şefliği yapmıştır.
"Düzenlenen operasyonları Ben-Porat yönetiyor. 150 binden fazla Yahudi Irak'tan İsrail'e götürülüyor. Ben-Porat Irak istihbaratı tarafından tutuklanıyor. Daha sonra Israil'e kaçıyor. Yehudah Tajar da, Ben-Porat'la çalışan ve tutuklanan ajanlardan; Haganah'ın elit tabakasından. Politika Şubesi tarafından Irak'a gönderiliyor. Tajar, Irak istihbaratı tarafından tutuklanıyor ve ömür boyu hapse mahkum ediliyor. Irak istihbarat servisinin başına Albay Abdel Kerim Quassem geçince Mossad'la antlaşma yapılıyor. Tajar serbest bırakılıyor. İsrailli ajanların yargılanırken suçları arasında Bağdat'taki Masouda Shemtou Sinagogu'nun Yahudiler duadayken bombalanması da sayılıyor. İsrail ajan ağının bir sinagogu bombalaması Iraklı Yahudileri kaygıya düşürdü." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.37)
Dünyanın birçok yerinde sinagog bombalama gibi eylemleri bulunan Mossad, daha sonraki yıllarda da bu tip faaliyetlerine devam etti. Mossad'ın kendi düzenlediği bu sahte antisemitik hareketler, çoğu zaman Siyonistler tarafından da takdirle karşılanmıştır. Mossad'ın tarihini anlatan Every Spy a Prince kitabının yazarları da Aliyah Beth'e operasyon nedeniyle teşekkür edenlerdendir.
"Aliyah Beth'nin gizli ajanlarına teşekkürler, kuruluşunun ilk 4 yılında İsrail nüfusunu 2 katına çıkardılar. Aliyah B., İsrail'in en güçlü servisiydi. Bir yer altı seyahat ağı kurmuştu." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.38)
"Aliyah Beth ajanları liderlerle doğrudan ilişkiye geçerlerdi. Bunun örneği sadece Irak Başbakanı değil, aynı zamanda Macar politikacılar, İran Şah'ı gibi kişiler de bunlardandı." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.39)

TAPINAKÇILARIN KARANLIK TARİHİ

Haçlı Seferleri her ne kadar Hıristiyan inancının bir ürünü olarak bilinse de, aslında temeli bütünüyle maddi çıkarlara dayalı olan savaşlardır. Avrupa'nın büyük bir yoksulluk ve sefalet içinde yaşadığı bir devirde, Doğu'nun ve özellikle de Ortadoğu'daki Müslümanların refah ve zenginliği, Avrupalıları özellikle de Kilise'yi cezbetmiştir. Bu cazibenin, Hıristiyanlığın dini öğretileriyle de süslenmesi sonucunda, dini görünüm altında, fakat gerçekte dünyevi amaçlara yönelik bir "Haçlı" zihniyeti ortaya çıkmıştır. Hıristiyanların, daha önceki devirlerde temelde barışçı bir siyaset izlerken, ani bir dönüşle savaşçılığa eğilim göstermelerinin asıl nedeni de budur.
Haçlı Seferleri'nin başlangıç noktası, 1095 yılının Kasım ayında, Papa II. Urban'ın başkanlığında ve üç yüz din adamının katılımıyla gerçekleşen Clermont Konseyi oldu. Bu konseyde o zamana kadar Hıristiyan dünyasında hakim olan barışçı doktrin terk edildi ve Haçlı Seferleri'nin temeli atıldı. II. Urban, Clermont Konseyi'nin sonunda, farklı toplumsal sınıflara mensup bir kalabalık önünde yaptığı konuşma ile bu durumu ilan etti.
Papa II. Urban bu meşhur söylevinde, Hıristiyanlardan kendi aralarındaki çekişme ve savaşları bırakmalarını istedi; zengin, fakir, "asil", "köylü" herkesi tek bir bayrak altında birleşmeye ve "kutsal toprakları Müslümanların elinden kurtarmak için" savaşmaya çağırdı. Ona göre bu, "kutsal bir savaş" olacaktı.
Tarihçilerin iyi bir hatip olarak tanımladığı II. Urban'ın amacı, Hıristiyanları, Müslüman Türklere ve Araplara karşı kışkırtmaktı; bunda da başarılı oldu. Doğu'daki Hıristiyanların zor durumda olduğunu, hacıların taciz edildiğini ve engellendiğini, Hıristiyanlarca kutsal sayılan yerlere saygısızlık edildiğini iddia etti.1 Elbette bunlar gerçeklere tamamen aykırıydı.
Zira tarihçilerin de ifade ettikleri gibi, o dönem, Müslümanlar Ehl-i Kitaba büyük bir hoşgörü ve adaletle davranıyor, her türlü ibadetlerine de izin veriyorlardı. Kutsal topraklarda yaşayan tüm azınlıklar İslam ahlakının getirdiği bu huzurlu ortamdan faydalanıyorlardı. Bununla birlikte dönemin günümüze kıyasla son derece ilkel haberleşme ve iletişim koşullarında, Avrupalıların bu gerçeklerden haberleri yoktu elbette. (Latince yerine Yunancayı kullanan Bizanslılar ve Ortodoks mezhebi hakkında bile az şey biliyorlardı; İslamiyet ve Müslümanlara dair bilgileri ise bundan daha da azdı, yalan yanlış kulaktan dolma şeylerden ibaretti.) Bu nedenle, Papa, dinleyicilerin duygularını tahrik etmeyi başardı. Dahası önemli bir teşvik olarak, söz konusu seferde görev alanların tüm günahlarının bağışlanacağı vaadinde bulundu. Konuşmanın sonunda büyük bir coşkuya kapılan dinleyiciler, elbiselerine dikmeleri için kendilerine dağıtılan kumaştan yapılmış haçları aldılar ve "kutsal savaş" çağrısını herkese duyurmak için harekete geçtiler.

Tarihin akışına etki edecek bu çağrı "olağanüstü" yankı uyandırdı. Kısa sürede hem profesyonel savaşçıların hem de on binlerce sıradan insanın katıldığı dev bir "Haçlı Ordusu" oluştu.
Bazı tarihçiler Doğu'nun zengin kaynaklarını sömürmeyi amaçlayan Hıristiyan kralların Papa'ya böyle bir "kutsal savaş" çağrısı için baskı yaptığını ifade ederler. Kimi tarihçiler ise, Papa II. Urban'ın bu girişiminde, kendisine rakip olan bir diğer papa adayını gölgede bırakabilme isteğinin rol oynadığını düşünürler.
Papa'nın çağrısına heyecanla tabi olan Avrupalı krallar, prensler, aristokratlar veya diğer insanlar da aslında temelde dünyevi niyetlerle bu savaş çağrısını kabullenmişlerdi. "Fransız şövalyeleri daha fazla toprak ummuş, İtalyan tacirleri Doğu Avrupa limanlarında ticareti büyütmeyi hayal etmiş, çok sayıdaki yoksul insan da, sadece gündelik sıkıntı ve zorluklarından kaçabilmek için bu seferlere katılmıştı."2 Nitekim bu aç gözlü kitle, yol boyunca pek çok Müslümanı -ve hatta Yahudiyi- sırf "altın ve mücevher bulma" hayaliyle öldürdü. Hatta Haçlılar, öldürdükleri insanların karınlarını deşerek, "ölmeden önce yuttuklarına" inandıkları altın ve değerli taşları araştırıyorlardı. Haçlıların maddi hırsı o kadar büyüktü ki, IV. Haçlı Seferi'nde Hıristiyan Konstantinopolis'i (yani İstanbul'u) dahi yağmalamaktan çekinmemişler, Ayasofya'daki Hıristiyan fresklerinin altın kaplamalarını sökmüşlerdi.
Haçlı Barbarlığı
İşte kendilerine "Haçlılar" denen bu güruh, üç büyük grup halinde 1096'nın yaz aylarında yola çıktılar; farklı rotaları izleyerek Konstantinopolis'de bir araya geldiler. Bizans İmparatoru I. Alexius'un elinden gelen desteği verdiği bu topluluk, yaklaşık 4.000 atlı şövalye ve 25.000 yaya askerden oluşmaktaydı.3 Ordunun kumandanları, Toulouse Kontu Raymond, Taranto Dükü Bohemond, Godfrey of Bouillon, Vermandois Kontu Hugh ve Normandiya Dükü Robert'di. Manevi liderliği ise, II. Urban'ın yakın arkadaşı olan Piskopos Adhemar of Le Puy üstlenmişti

Haçlılar yol boyunca pek çok yeri yakıp-yıktıktan, pek çok Müslümanı kılıçtan geçirdikten sonra 1099 yılında Kudüs'e vardılar. Yaklaşık 5 hafta süren uzun bir kuşatmanın ardından şehrin düşmesiyle kente girdiler. Bir tarihçinin ifadesiyle, "Buldukları tüm Arapları ve Türkleri öldürdüler... Erkek veya kadın, hepsini katlettiler."5
Kudüs'e giren Haçlılar karşılaştıkları herkesi akla hayale gelmez işkencelerle öldürdüler, kılıçtan geçirdiler; buldukları herşeyi yağmaladılar. Camilere sığınan masum insanları çoluk çocuk, genç yaşlı demeden katlettiler, Müslümanların ve Yahudilerin kutsal mabetlerini tahrip ettiler. Şehrin sinagogunda saklanan Yahudileri, sinagogu ateşe vermek suretiyle yaktılar. Eşine az rastlanır bu barbarlık şehirde öldürecek kimse kalmayıncaya kadar devam etti.6
Haçlılardan biri, Raymund of Aguiles, bu vahşeti "övünerek" şöyle anlatıyordu:
"Görülmeye değer harika sahneler gerçekleşti. Adamlarımızın bazıları -ki bunlar en merhametlileriydi- düşmanların kafalarını kesiyorlardı. Diğerleri onları oklarla vurup düşürdüler, bazıları ise onları canlı canlı ateşe atarak daha uzun sürede öldürüp işkence yaptılar. Şehrin sokakları, kesilmiş kafalar, eller ve ayaklarla doluydu. Öyle ki, yolda bunlara takılıp düşmeden yürümek zor hale gelmişti. Ama bütün bunlar, Süleyman Tapınağı'nda yapılanların yanında hafif kalıyordu. Orada ne mi oldu? Eğer size gerçekleri söylersem, buna inanmakta zorlanabilirsiniz. En azından şunu söyleyeyim ki, Süleyman Tapınağı'nda akan kanların yüksekliği, adamlarımızın dizlerinin boyunu aşıyordu."7
Araştırmacı Desmond Seward ise, The Monks of War (Savaşın Rahipleri) isimli kitabında bu vahşeti şu şekilde tasvir ediyordu:
"Temmuz 1099'da Kudüs ele geçirildi. Yağmalamanın vahşiliği, Kilisenin soydan gelen içgüdüleri Hıristiyanlaştırmakta ne kadar az başarılı olduğunu ortaya koyuyordu. Kutsal kentin tüm nüfusu kılıçtan geçirildi; Yahudiler, Müslümanlar, erkek, kadın ve çocuk toplam 70.000 kişi üç gün süren bir soykırımda katledildiler. Bazı yerlerde askerler ayak bileklerine kadar yükselen kan gölü içinde yürüdüler ve sokaklarda gezen atlıların üzerlerine kan sıçradı."8
Bir tarihi kaynağa göreyse, Haçlıların vahşice öldürdüğü Müslümanların sayısı yaklaşık 40.000'dir.9 Her ne kadar öldürülenlerin sayısına ilişkin rakamlarda farklılıklar olsa da, Haçlıların kutsal topraklarda yaptıkları büyük bir barbarlık örneği olarak tarihte yerini almıştır.
Birinci Haçlı Seferi, 1099 yılında Kudüs'ün düşmesi ve yaklaşık 460 yıldır Müslümanların egemenliği altında bulunan toprakların Hıristiyanların eline geçmesiyle sonuçlandı. Haçlılar, Kudüs'ü kendilerine başkent yaptılar ve sınırları Filistin'den Antakya'ya kadar uzanan bir Latin Krallığı kurdular.
Bu tarihten sonra Haçlıların Ortadoğu'da tutunabilme mücadelesi başladı. Kurdukları devleti ayakta tutabilmek için örgütlenmeleri gerekiyordu. Bu nedenle daha önce benzeri bulunmayan "askeri tarikatlar" kuruldu. Bu tarikatların üyeleri, Avrupa'dan Filistin'e göç edip, burada bir tür manastır hayatı yaşıyor, bir yandan da Müslümanlara karşı savaşmak üzere askeri eğitim görüyorlardı.
İşte bu tarikatlardan biri, diğerlerinden farklı bir yol tuttu. Ve tarihin akışına etki edecek bir değişim yaşadı. Bu tarikat, "Tapınakçılar" tarikatıydı.
Tapınakçılar'ın Kuruluşu
Tapınakçılar, Haçlıların Kudüs'ü ele geçirmelerinden ve bir Latin Krallığı kurmalarından yaklaşık 20 yıl sonra tarih sahnesine çıktılar. 1118 yılında kurulan ve herkesçe tanınan adı "Tapınakçılar" veya "Tapınak Şövalyeleri" (İngilizce'de Templars ya da Knights Templar) olan bu tarikatın tam ismi "İsa'nın ve Süleyman Tapınağı'nın Yoksul Şövalyeleri" idi. ("Pauperes Commilitones Christi Templique Salomonis") Kurucuları ise toplam 9 şövalyeden oluşuyordu: Hugues de Payens, Godfrey de St. Omar, Godfrey Rossal, Gundemar, Godfrey Bisol, Payen de Montdidier, Archibald des St. Aman, Andrew de Montbard ve Provins Kontu. Ortaçağ Avrupasının en güçlü, en etkili ve hakkında en çok konuşulan örgütlerinden biri olacak bu tarikatın kuruluşu Kudüs'te sessiz sedasız gerçekleşti. (Bu tarikat hakkındaki bilgilerin önemli bölümü, 12. yüzyılda yaşayan tarihçi Guillaume de Tyre kanalıyla günümüze ulaşmıştır.)

Yukarıda adı geçen kurucular dönemin Kudüs Kralı II. Baldwin'in huzuruna çıktılar ve Birinci Haçlı Seferi'nin ardından Kudüs'e akın eden Hıristiyan hacıların mallarını ve canlarını koruma işine talip olduklarını belirttiler. Kral Tapınakçılar'ın ilk "Büyük Üstadı" olan Hugues de Payens'i yakından tanıyordu. Kendilerine büyük destek verdi; aynı zamanda onlara bir zamanlar Süleyman Tapınağı'nın yer aldığı (Mescid-i Aksa'yı da kapsayan) bölgeyi tahsis etti. Büyük İslam kumandanı Selahaddin Eyyubi'nin Hıttin Savaşı'nın ardından Kudüs'ü geri almasına kadar geçen 70 yıl süresince "Tapınak Tepesi", Tapınakçılar'ın merkezi oldu. Kendilerine "Süleyman Tapınağı" ile bağlantılı bir isim verilmesinin nedeni de işte buydu. Özellikle burasını kendilerine üs olarak belirlemeleriyse rastgele bir seçim değil, bilinçli bir tercihti. Tapınak, Hz. Süleyman'ın gücünün bir simgesiydi; Tapınak'tan geriye kalanlar ise büyük gizler barındırıyordu.
Kurucu şövalyelere göre, bir araya gelmelerinin, diğer bir deyişle bu tarikatı kurmalarının amacı, kutsal toprakların ve Hıristiyan hacıların güvenliğini sağlamaktı. Ancak Tapınakçılar'ın gerçek amacı çok farklıydı.
Tapınakçılar'ın Amacı
O dönemde Kudüs'te Tapınakçılar'dan başka askeri tarikatlar da vardı. Ancak onlar kuruluş amaçlarına uygun işlerle iştigal ediyorlardı. Örneğin Tapınakçılar'la aynı dönemde kurulan ve büyük bir teşkilat olan St. John Şövalyeleri ya da diğer adlarıyla Hospitaler Şövalyeleri örgütü hayır işleri yapıyor, kutsal topraklardaki hastaların ve fakirlerin yardımına koşuyordu. Diğer taraftan, 9 Tapınak şövalyesinin, ilan ettikleri gibi, Hayfa'dan Kudüs'e kadar olan bir bölgeyi kendi başlarına korumaları fiziksel olarak imkansızdı. Tapınakçılar'ın yardımseverlik değil, aksine ekonomik ve siyasi çıkarlar peşinde oldukları açıktı.

Masonluğun en tanınmış isimlerinden biri olan 33. dereceden büyük üstad Albert Pike (1809-1891), masonluğun temel eserlerinden biri kabul edilen Morals and Dogma (Ahlak ve Dogma) adlı kitabında, Tapınakçılar'ın gerçek amacını şöyle açıklamıştır:
"1118'de, aralarında Geoffroi de Saint-Omar ve Hugues de Payens'in bulunduğu, Doğu'daki dokuz haçlı şövalyesi kendilerini dine adadılar ve Photius zamanından beri Roma'nın dinsel otoritesine gizli ya da açık daima düşmanlık gösteren bir Piskoposluk olan Constantinople'nin Patriğinin önünde ant içtiler. Tampliyelerin ilan edilen görevi, kutsal yerleri ziyarete gelen Hıristiyanları korumaktı. Gizli amaçları ise, Ezekiel'in haber verdiği modele uygun olarak Süleyman Mabedi'ni yeniden inşa etmekti... Tapınakçılar, en baştan beri Roma'nın (Papalık) ve onun krallarının egemenliğine karşıydı. Amaçları, zenginlik ve güç elde etmek ve gerekirse savaşarak Kabalistik dogmayı yerleştirmekti."10
Her ikisi de mason olan İngiliz yazarlar Christopher Knight ve Robert Lomas da, The Hiram Key (Hiram Anahtarı) adlı kitaplarında Tapınakçılar'ın kökeni ve amaçlarına yer vermektedirler. Onlar Pike'ın verdiği bilgilere bazı ekler yaparlar. Yazarların tezine göre, Tapınakçılar Kudüs'te bulundukları dönemde gerçekten de büyük bir değişim yaşamışlar, Hıristiyanlık inancı yerine başka öğretiler kabul etmişlerdir. Bunun temelinde ise, Kudüs'teki Süleyman Tapınağı'nda "keşfettikleri bir giz" yatar. Zaten Tapınakçılar'ın Kudüs'teki asıl hedefleri, Süleyman Tapınağı'nın harabelerini araştırmak olmuştur. Yazarlar, Tapınakçılar'ın "Filistin'e giden Hıristiyan hacıları korumak" şeklindeki görüntüsünün sadece bir kılıf olarak kullanıldığını, tarikatın asıl hedefinin çok daha farklı olduğunu şöyle açıklarlar:
"Tapınakçılar'ın kurucularının herhangi bir zaman hacılara koruma sağladıklarına dair hiçbir kanıt yoktur, ama öte yandan Herod Tapınağı'nın (Süleyman Tapınağı'nın yeniden inşa edilmiş hali) yıkıntıları altında yoğun araştırma kazıları yaptıklarına dair son derece ikna edici kanıtlar buluyoruz."11
Bu konuda kanıtlar bulan yegane araştırmacılar The Hiram Key kitabının yazarları değildir. Fransız tarihçi Gaetan Delaforge şu benzer yorumu yapmaktadır:
"(Tapınakçılar tarikatını kuran) Dokuz şövalyenin gerçek amacı, Yahudiliğin ve Eski Mısır'ın gizli geleneklerinin özünü içeren kalıntılar ve yazıları bulabilmek için bölgede araştırma yapmaktı. Bu özel görevi yerine getirdiklerine hiç kuşku yoktur"

19. yüzyılın sonlarında Kudüs'te arkeolojik bir çalışma yürüten İngiliz Kraliyet araştırmacısı Charles Wilson da, Tapınakçılar'ın Kudüs Tapınağı'nın kalıntılarını araştırmak için oraya gittikleri kanısına varmıştır. Wilson, Tapınak'ın temellerinin altında bazı araştırma ve kazı izlerine rastlamış ve incelemeleri sonucunda bunların Tapınakçılar'a ait araçlar olduğunu belirlemiştir. Söz konusu araçlar halen Tapınakçılar hakkında büyük bir arşive sahip olan İskoçyalı Robert Brydon'un kolleksiyonundadır.13
The Hiram Key kitabının yazarları, Tapınakçılar'ın bu araştırmalarının sonuçsuz kalmadığını, bu tarikatın gerçekten de Kudüs'te, "dünya görüşlerini değiştiren" önemli bir şeyler bulduklarını yazmaktadırlar. Pek çok araştırmacı da aynı kanıdadır. Tapınakçılar'ın Hıristiyan bir dünyada doğmalarına, Hıristiyan kökenden gelmelerine rağmen, Hıristiyanlıktan tamamen farklı bir inanca ve felsefeye bağlanmalarına neden olan, onları sapkın ayinlere, kara büyü ritüellerine yönelten bir "kaynak" olmalıdır.
İşte bu kaynak, pek çok tarihçinin ortak görüşüyle, Kabala'dır.
Kabala, kelime anlamıyla "sözlü gelenek" demektir. Ansiklopedilerde veya sözlüklerde, Yahudi dininin mistik, ezoterik (batıni) bir kolu olarak tarif edilir. Bu tanıma göre, Kabala, Tevrat'ın ve diğer Yahudi dini kaynaklarının gizli manalarını araştıran bir öğretidir. Ancak konuyu biraz daha yakından incelediğimizde, karşımıza daha farklı gerçekler çıkmaktadır. Bu gerçeklerin bizi ulaştırdığı sonuç ise, Kabala'nın, Yahudiliğin temeli olan Tevrat'tan da önce var olan, Tevrat'ın vahyedilmesinden sonra Yahudiliğin içinde yayılan, "pagan" yani putperest kökenli bir öğreti olduğudur. (Bu konuda detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Yeni Masonik Düzen, Global Masonluk)

Kabala, binlerce yıldır hemen her türlü büyü ritüelinin temel taşlarından birini oluşturmuştur. Yahudi olmayan pek çok insan da Kabala'nın gizeminden etkilenmiş, bu öğretiyi kullanarak büyü ile uğraşmıştır. Tapınakçılar da bunlardandır; "büyü gücüne sahip olmak" için Kabala üzerinde çalışmalar yapmışlardır. Dahası gerek Kudüs'de, gerekse Avrupa'da Kabalacılarla ilişkilerini sürdürmüşlerdir. (İlerideki bölümlerde detaylı olarak ele alınacaktır.) Bu görüş, konuyu araştıran pek çok araştırmacı tarafından paylaşılmaktadır.14
Tarikatın Gelişimi
Tapınakçılar örgütü kısa bir süre sonra yeni katılımlarla hızla büyümeye başladı. 1120'de Foulgues d'Angers, 1125 yılında Champagne Kontu Hugo Tarikat Şövalyesi oldular. Tarikatın gizemli havası ve mistik öğretisi pek çok Avrupalı "asil"in ilgisini çekmişti. Bu gelişim, tarikatın 1128 yılındaki Troyes Konseyi'nde Papalık tarafından resmen tanınmasıyla daha da hız kazandı.15
Tapınakçılar'ın Roma Kilisesi tarafından resmen tanınması Türk masonlarının en büyük yayın organı Mimar Sinan dergisinde şöyle anlatılır:
"Bu dinsel onayı gerçekleştirmek üzere, tarikatın önderi Büyük Üstad Hugues de Payens beş şövalyeyle birlikte gider Papa II. Honorius'u ziyaret eder. Kudüs Patriğinin ve Kral II. Baudoin'in mektuplarını sunar; Tampliyeler'in görevlerini, hizmetlerini ve yararlarını anlatır. 13 Ocak 1128'de Troyes'da konunun müzakeresi için konsil toplanır. Konsile çok sayıda yüksek din görevlisinin yanında özellikle Citeaux Başrahibi Etienne Harding ve Clairvaux Başrahibi Saint Bernard da katılır. Büyük Üstad, konsillere Tampliye örgütünü yeniden takdim eder. Tatmin olan Troyes Konsili, İsa'nın Fakir Şövalyeleri adıyla dinsel şövalyelik tarikatının kurulmasına ve tüzüğünün Saint Bernard tarafından hazırlanmasına karar verir. Böylece Tampliye tarikatı resmen kurulur."16
Tapınakçılar'ın gerek örgütlenmesinde gerekse ilerlemesinde en çok katkısı olan kişi Saint Bernard'dı. Saint Bernard (1090-1153) henüz 25 yaşında Clairvaux Manastırı'nın Başrahibi olmuş, Katolik Kilisesi içerisinde yükselmiş, Hıristiyan dünyasının sözcüleri arasında yerini almış, hatta Fransa Kralı ile Papa'ya sözü geçer duruma gelmişti. Şunu da eklemek gerekir ki Saint Bernard, Tapınakçılar örgütünün kurucularından Andrew de Montbard'ın kuzeniydi. Tapınak Şövalyeleri'nin nizamnamesini, kendi mensubu olduğu Cistercian mezhebinin ilke ve kuralları doğrultusunda kaleme aldı. Diğer bir ifadeyle Tapınakçılar onun belirlediği ilkeleri kendilerine rehber edindiler. Ancak şunu özellikle belirtmek gerekir ki, bunların bir kısmı sadece kağıt üzerinde kaldı, hayata geçirilmedi. Tapınakçılar Kilise tarafından yasaklanan işleri yapmaktan çekinmediler.
Bernard muhtemelen aldatılmış, bilmeyerek Tapınakçıların pis işlerine alet olmuştu. Nitekim Tapınakçılara destek vermek için yazdığı "De Laude Novae Militae"de ("Yeni Şövalyeliğe Övgü"), "büyük üstad" Hugues de Payens'in kendisinden böyle bir şey yazmasını üç kez istediğini özellikle vurgulamıştı.17 Yani Tapınakçılar onun iyi niyetinden, Hıristiyan Avrupasındaki güvenilirliği ve itibarından yararlanarak büyük çıkarlar sağlamıştı. Zira o sırada Bernard, "Christendom" yani "Hıristiyanya"da Papa'dan sonra en nüfuzlu kişiydi.
Bernard'ın desteğinin ne kadar etkili olduğu bir kaynakta şöyle ifade edilmektedir:
Şeytanların kimlere inmekte olduklarını size haber vereyim mi?Onlar, 'gerçeği ters yüz eden,' günaha düşkün olan her yalancıya inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve çoğu yalan söylemektedirler. (Şuara Suresi, 221-223)

"Bernard'ın belgesi, De Laude Novae Militae (Yeni Şövalyeliğe Şükran), Christendom'un bir ucundan diğer ucuna kasırga gibi geçti, hemen ardından Tapınakçı askerlerin sayısı arttı. Aynı zamanda Avrupa'nın kralları ve baronlarından bağışlar, hediyeler Tapınakçılar'ın kapısına düzenli olarak ulaşıyordu. Şaşırtıcı bir süratle, dokuz şövalyeden oluşan küçük grup, Tapınakçılar Şirketi'ne dönüştü."18
Kısacası onun sayesinde Tapınakçılar benzeri görülmemiş ayrıcalıklara sahip oldular; diğer dini tarikatlara tanınmayan imtiyazlar elde ettiler. Bu konudaki araştırmalarıyla tanınan Alan Butler ve Stephen Dafoe'nin ifadesiyle, "Ortaçağ'ın en başarılı askeri, ticari ve mali organizasyonlarından biri" oldular. Kutsal topraklardan Avrupa'ya kadar her yerde bir "efsane" olarak dilden dile dolaşmaya başladılar. Örgüt kısa bir zaman diliminde, dokuz şövalyeden iyi eğitimli on binlerce çalışana ve muazzam bir sermayeye sahip dev bir şirkete dönüştü: "Yeni üyeler, para ve arazi teklifleri her yerden akmaya başladı. Kısa zamanda inşa edilen pek çok kale, çiftlik ve kilise, Tapınak Şövalyeleri ve hizmetçileri tarafından kullanıldı. Tapınakçılar gemileri teçhiz ettiler, hem ticaret hem de savaş gemileri filosu oluşturdular. Zamanla dönemlerinin en tanınmış savaşçıları, seyyahları, bankerleri ve finansörleri oldular."

Gerçekten de tarikat tam bir özerklik kazanmıştı. Krallara, imparatorlara ya da piskoposlara karşı sorumlu değillerdi. Yalnızca Papaya karşı sorumlulukları vardı. Zenginlikleri günden güne artmaya başlamıştı. Kuruldukları günden, Akka'nın düşüşüne kadar Kutsal topraklarda çok büyük güç kazandılar. Avrupa'dan Filistin'e gelen Hıristiyan hacıların ve yüklerin rotası tamamen bu tarikatın kontrolündeydi. Ama bunlar bile Tapınakçıların genel faaliyetlerinin içinde çok küçük bir bölümü oluşturuyordu.
"İsa'nın yoksul askerleri" olma iddiasıyla ortaya çıkmışlardı. Oysa hiçbir şey, gerçeklerden bu kadar uzak olamazdı. Tapınakçılar arasında Avrupa'nın en zengin insanlarını, Paris ve Londra'nın önde gelen bankerlerini görmek mümkündü. Champagne Kontu Hugh, Blanche of Castile, Alphonso de Poitiers, Robert of Artois gibi. Aragon Kralı I. James ve Napoli Kralı I. Charles'in maliye bakanları, Fransa Kralı VII. Louis'nin başdanışmanı Tapınakçıydı.20
1147 yılına gelindiğinde sadece Kudüs'te 700 şövalye, 2400 hizmetli ve o dönemde bilinen dünyanın bütün önemli noktalarına yayılmış 3468 adet şato vardı. Hem denizde, hem karada önemli ticaret yolları ve merkezleri oluşturmakla kalmamış, bir çok savaşa katılarak ganimetler ve Avrupa devletleri arasında politik güç elde etmişlerdi. Devlet içinde devlet görüntüsü veren Tapınakçılar o kadar güçlüydüler ki, anlaşmazlıklarda veya krallar arasındaki çatışmalarda bile hakem olarak görev alıyorlardı.
13. yüzyılda 20 bini şövalye olmak üzere toplam 160 bin Tapınakçı olduğu tahmin edilmektedir. Elbette o günün şartlarında bu büyük bir rakamdır.
İngiliz yazarlar Baigent, Leigh ve Lincoln'ün The Temple and the Lodge (Tapınak ve Loca) adlı kitaplarında da belirtildiği gibi, etkinlik alanları çok genişti; Hıristiyan Avrupası'nda karışmadıkları hiçbir iş yok gibiydi. Magna Carta'nın imzalanmasındaki rolleri buna bir örnek olarak verilebilir.
Çok büyük bir servet biriktirmeyi başarmışlardı. Batı'nın yalnızca en büyük askeri gücü olmakla kalmıyorlar, aynı zamanda en etkin bankerleri olarak da göze çarpıyorlardı. Ayrıca katedraller inşa ettiriyorlar, uluslararası ilişkilerde arabuluculuk yapıyorlar, hatta tüm saraylarda mabeyincilik görevlerini üstleniyorlardı.
Örgütün Yapısı
Tapınakçılar'ın en dikkat çekici özelliği, gizliliğe son derece önem vermeleriydi. Kuruluş ile kapanış arasında geçen iki yüzyıl boyunca, bu ilkelerinden asla taviz vermediler. Bu ise akla, mantığa ve sağduyuya ters bir durumdu. Çünkü böyle bir gizlilik için hiçbir neden yoktu. Eğer söyledikleri gibi Katolik Kilisesi'ne bağlılarsa, zaten o dönemlerde Avrupa tamamen Katolik Kilisesi'nin egemenliği altındaydı. Eğer Hıristiyanlığın gereklerini yerine getiriyorlarsa, saklanacak, gizlenecek hiçbir şey yoktu; ketumiyetin hiçbir anlamı yoktu. Yalnızca bu bile Kilise'nin uygulama ve öğretilerine aykırı işler yaptıklarını gösteriyordu. Öyle ya, gizliliği temel ilke edinen hayırsever ve yardımsever bir örgüt düşünülebilir miydi?
Tapınak Şövalyeleri'nin kendi içlerinde uyulması gereken ve başka hiçbir yerde olmayan sıkı disiplin kuralları vardı. Her şeyden önce çok katı bir emir komuta zinciri vardı. "Üstadlar"a ve "Büyük Üstad"a itaat en önemli şartlardandı. Bu, Tampliye Tüzüğü'nde, "Üstad ya da onun yetkilendirdiği kişi emrederse, sanki Tanrı'dan gelen bir emirmiş gibi hemen yerine getirilmelidir" şeklinde ifade ediliyordu.

Kıyafetleri de kendilerine özgüydü. Zırhlarının üzerine, kırmızı renkli büyük bir haç işlenmiş, uzun beyaz bir elbise giyerlerdi. Böylece gittikleri her yerde ayırt edilebiliyorlardı. Tapınakçılar'ın sembollerinden olan kırmızı haçı kendilerine veren, Saint Bernard'ın yetiştirdiği Papa III. Eugene'di.
Her şey tarikatın malıydı. Bir Tapınakçı'nın kişisel mal varlığı yoktu. Atlar, gemiler, silahlar, çiftlikler, ürünler, kaleler ve her türlü mal varlığının tamamının sahibi tarikat idi.
Bu tarihi örgütün dikkat çekici diğer bazı kuralları ise şunlardı: Evlenmek, aile sahibi olmak ve akrabalarla iletişim kurmak yasaktı. Kimsenin kendine özel bir hayatı olamazdı.21 Yemeklerini topluca yerlerdi. Tapınak Şövalyeleri'nin mühründe, aynı ata binmiş iki kişi olarak tasvir edildiği gibi ikili gruplar halinde dolaşırlardı. Bu iki şövalye herşeyi ortak kullanır, aynı kaptan yemek yerdi. Birbirlerine "kardeşim" şeklinde hitap ederlerdi. Her şövalyenin üç at ve bir hizmetçi bulundurma hakkı vardı. Kuralları çiğneyenler veya ihmali görülenler ağır şekilde cezalandırılırlardı.
Tapınakçılar üç ana sınıfa ayrılırdı. İlk sınıfta "asil" şövalyeler ve çeşitli rütbeli askerler yer alırdı. İkinci sınıf din adamlarından, üçüncüsü ise hizmetkarlardan oluşurdu.
Kişisel bakım ve temizlik yapmayı küçük düşürücü ve utanç verici olarak değerlendirirlerdi. Bu nedenle nadiren yıkanır, tozlu ve kirli kıyafetlerle, sıcağın ve zırhın etkisiyle terlemiş, pis bir halde dolaşırlardı.
Tarihi kaynaklara göre Tapınakçılar iyi denizcilerdi. Kutsal topraklarda kaldıkları süre boyunca Yahudi ve Arap kaynaklarından geometri ve matematik gibi bilimleri öğrenmişler, haritalar elde etmişlerdi. Bu sayede, Avrupa ve Afrika sahillerini dolaşmalarının yanı sıra uzak denizlere de seyahat etme imkanı buldular.
Tarikata Giriş
İlk bankerlik sisteminin kurucusu olan Tapınak Şövalyeleri'nin bastırdığı çeşitli para ve madalyonlar.
Adayların Tapınakçılar örgütüne kabul edilmeleri için bazı ön koşullar vardı. Bunlar, hasta veya sakat olmamak, bekar olmak, borçlu olmamak, başka bir tarikat ile bağlantı içinde olmamak, her koşul ve durumda mutlaka itaat etmek ve "tarikatın kölesi" olmayı kabul etmekti. Giriş töreni, Kutsal Kabir Kilisesi'ndekine benzer kubbeli bir odada ve büyük bir gizlilik içinde yapılırdı.22 Ezoterik ritüeller (aynı masonlukta olduğu gibi) Tapınakçılar'ın ayrılmaz bir parçasıydı.
1128 tarihli tüzüğün tekris töreniyle ilgili bölümü, mason Teoman Bıyıkoğlu'nun "Tampliyeler ve Hürmasonlar" adlı makalesinde şöyle anlatılmaktadır:
"Üstâd, Mâbet'te toplanan kardeşlere "Aziz kardeşlerim, sizlerden bazı kardeşlerim Bay X adlı haricinin kardeşliğimize kabulünü ekseriyetle teklif etmiştir. Şayet, sizlerden biri bu kişinin aramıza katılmasına bir engel durumunu biliyorsa şimdiden söylesin" diye sorar. Eğer, kardeşlerden itiraz olmazsa, aday Mâbed'in bitişiğindeki hücreye alınır. Hücredeki adayı, en tecrübeli üç kardeş ziyaret eder ve katılmasının getireceği zorluklar anlatıldıktan sonra yine de katılma isteyip istemediği sorulur. Cevabı olumluysa, diğer sorulara geçilir: evli nişanlı olup olmadığı, başka bir tarikata sözünün olup olmadığı, borcunun olup olmadığı, vücutça sağlıklı olup olmadığı, köle olup olmadığı sorulur. Bu cevaplar da olumluysa, soruşturucu kardeşler Mâbed'e döner ve "Kendisine bütün zorluklar ve şartlarımız bildirildi. Tarikatımızın kölesi olmakta ısrar etmektedir." derler. Aday içeri alınmadan, aynı soru kendisine tekrar sorulur. Fikrini değiştirmemişse Mâbed'e alınır, diz çöktürülür ve aday kabulünü rica eder. Üstâd, adaya cevap olarak, "Kardeşim, sen bizden çok şey istiyorsun. Halbuki tarikatlarımızın sadece dış kabuğunu görmektesin. Güzel atlara, iyi koşumlara, iyi yemeğe ve güzel elbiselere sahip olmak istiyorsun. Fakat, bizim şartlarımızın ne kadar ağır olduğunu bilebiliyor musun?" der ve zorluklarını sıralar. Sonra konuşmasını "Mabedimize intisabını ne zenginlik, ne de asalet için istememelisin." diye sürdürür. Aday olumlu cevap verirse, yine dışarı çıkarılır.
Üstâd, kardeşlere, aday hakkında söyleyecek bir sözlerinin olup olmadığını sorar. Aleyhte bir söz söylenmezse, aday içeri alınıp diz çöktürülür. Eline İncil verilir. Kendisine evli veya nişanlı olup olmadığı sorulur. Olumsuz cevap alınırsa, en yaşlı ve tecrübeli kardeşe , hariciye sorulması unutulan bir sorunun olup olmadığı sorulur. Cevap olumluysa hariciye, "Bütün kardeşlerine ve tarikata ölünceye kadar sadık kalacağına ve Mâbed'de yapılan konuşmaları hiç bir şekilde dışarıya ifşa etmeyeceğine" dair yemin ettirilir. Üstâd, yemini takiben yeni kardeşi dudaklarından (diğer bir iddiaya göre de ensesinden ve göbeğinden) öper. Kendisine bir şövalye elbisesi ve hiçbir şekilde çıkarmaması tembih edilen ipten örülmüş bir kemer verilir."23
"Hıristiyan Tefeciler"
Alan Butler ve Stephen Dafoe örgütün bu yönünü şöyle anlatırlar: "Tapınakçılar o dönem Avrupa'da bilinmeyen ticaret tekniklerini kullanan uzman bankerlerdi. Bu yeteneklerinin çoğunu Yahudi kaynaklarından öğrenmişlerdi. Bununla birlikte mali imparatorluklarını büyütmek için, o zamanın her Yahudi bankerinin kıskanacağı, çok büyük bir özgürlüğe sahiplerdi."24
Tefecilik kesinlikle yasak olmasına rağmen faizle ödünç para vermekten çekinmiyorlardı. Öyle bir güç ve zenginlik sahibi olmuşlardı ki, hiç kimse sesini çıkaramıyor, bir önlem alamıyordu.25 Sonunda iyice şımarıp azgınlaştılar, tamamen kontrolden çıktılar. Papa'ya ve krallara itaatsizlik etmeye, dahası onlara kafa tutmaya başladılar. Örnek olarak, kapatılmadan hemen önceki yıllarında, Fransız Kralı IV. Philip gerek 1303'de yardım istediğinde, gerekse 1306'da Hospitaler Şövalyeleri ile birleşmelerini istediğinde reddettiler.26
Tapınak Şövalyeleri'nin Yahudilik'ten aldıkları tek etki, Kabala gibi mistik öğretiler değildir. Gerçek dinde makbul görülmeyen, ancak bazı dejenere Yahudiler'in benimsediği mal biriktirme ve tefecilik gibi faaliyetler, Tapınak Şövalyeleri tarafından aynen uygulanmıştır.
Allah Kuran'da "altın ve gümüşü biriktiren" haris kişiler hakkında şöyle buyurur:
"Ey iman edenler, gerçek şu ki, (yahudi) bilginlerinden ve (hristiyan) rahiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah'ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele. Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı gün, onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve:) "İşte bu, kendiniz için yığıp-sakladıklarınızdır; yığıp-sakladıklarınızı tadın" (denilecek)." (Tevbe Suresi, 34-35)
Seyahat etmek 12. yüzyılda oldukça tehlikeli bir işlemdi. Herhangi bir yolculuk sırasında hemen her an haydutlarla karşılaşma olasılığı söz konusuydu. Ticaret için gerekli olan para ve değerli madenlerin transferi de bu yüzden tehdit altındaydı. Tapınakçılar işte bu konjoktürden faydalanarak büyük paralar kazandılar. Keşfettikleri sistem şöyle işliyordu: Londra'dan Paris'e gitmek isteyen bir tüccar, öncelikle bu örgütün Londra'daki merkezine başvuruyor, parasını yatırıyor, karşılığında da şifreli bir not alıyordu. Paris'e vardığında ise, Tapınakçılar'ın buradaki merkezine gidiyor ve belirli bir faiz bedeli ödedikten sonra parasını çekiyordu.
Tüccarların yanı sıra bu sistemi en çok kullananlar Hıristiyan hacılardı. Filistin'e gitmek için yola çıkan zengin hacıların değerli eşyalarını Avrupa'da devralıp karşılığında çekler veriyorlardı. Filistin'e ulaşan yolcular orada bu çekleri paraya çevirebiliyorlardı ama Tapınakçılar'a yüklü bir faiz geliri bırakarak. Çek hesabını, Floransalı bankerlerden önce onlar icad etmişlerdi. Bağışlarla, silahlı fetihlerle, parasal işlemlerden elde ettikleri yüzdelerle adeta bir çok-uluslu şirket haline geldiler. İlk önemli kapitalizm uygulamalarının Amsterdamlı yahudilerce uygulandığını biliyoruz. Ama görülen o ki, Tapınakçılar da faiz kullanarak bankerlik yapıp bir tür Ortaçağ kapitalizmi yaratmışlardı. Para yatırıp çekiyorlar, faizi işletiyorlar, büyük bir özel banka gibi işlem yapıyorlardı.
Tapınakçıların ekonomik boyutu, Michael Baigent ve Richard Leigh'in birlikte yazdıkları The Temple and the Lodge (Tapınak ve Loca) adlı kitapta da vurgulanıyor. Yazarlar, "modern bankacılığın kökeninin Tapınakçılar olduğunu", % 60'a varan faiz oranlarıyla borç veren örgütün "Avrupa'daki servetin büyük bir bölümünü elinde bulundurduğunu", Fransız ve İngiliz saraylarının örgüte büyük miktarlarda borçlandıklarını bildiriyorlar.27 Kitapta örgütün ekonomik rolü ile ilgili olarak şöyle deniyor: "Hiçbir Ortaçağ kurumu kapitalizmin yükselişine Tapınakçılar kadar katkıda bulunmamıştır."28
Böylelikle o derece zenginleştiler ki Avrupa'nın kralları borç para bulmak umuduyla kapılarını çalıyordu. Bunun neticesinde de krallıklar büyük oranlarda borçlu duruma düştüler. Diğer bir ifadeyle Avrupa ekonomisi bu örgüte bağımlı hale gelmişti. Bir dönem, İngiliz Krallığının mali işleri Tapınakçılar'ın Londra'daki merkezinden, Fransız Krallığı'nın mali işleri ise yine bu örgütün Paris'teki merkezinden yönetiliyordu. Söz konusu durum, onlara krallar ve alınan kararlar üzerinde söz sahibi olma, hatta istedikleri gibi kralları yönlendirme imkanı verdi.
Tapınakçılar'ın Gizemi ve Gotik Mimari
Tapınakçıların ruhani lideri St. Bernard
Adaylığı St. Bernard tarafından desteklenmiş olan, II. Innocent, Papa seçilince, Tampliyelere verdiği ilk ayrıcalık kendi kiliselerini inşa etme hakkıydı. Böyle bir ayrıcalık Kilise'nin tarihinde ilk defa görülüyordu. Bu ayrıcalık, bugün için çok fazla bir anlamı olmasa da, Kilise'nin hüküm sürdüğü ve en yetkin güç olduğu o dönemde çok fazla anlam içeriyordu. Tapınak şövalyeleri sadece Papa'ya karşı sorumlu olduklarından, diğer yetkililerin -ki bunların arasında krallar da vardı- kontrolünden kurtuluyorlardı. Elde ettikleri bu hakla Papa'ya olan sorumluluklarını da asgariye indirmiş oluyorlardı. Kendi kiliselerini inşa etmek demek; aynı zamanda kendi vergilerini toplamak ve kendi mahkemelerini oluşturmaları demekti. En önemlisi de kendilerine has dünya görüşlerini de kilisenin hiçbir baskısı olmadan buralarda gerçekleştirebileceklerdi.
Bu amaçla kendilerine özgü bir mimari anlayış oluşturdular. Bu mimari anlayışa "Gotik" adı verildi. Graham Hancock, The Sign and the Seal (İşaret ve Mühür) adlı kitabında gotik mimarinin 1134 yılında Chartres Katedrali'nin kuzey kulesinin yapım çalışmaları sırasında doğduğunu belirtiyordu. Bu çalışmaların arkasındaki kişi de gene Tapınakçılar'ın ruhani lideri St. Bernard'dı. St. Bernard kabalistik anlayış ve Tapınakçıların çok önem verdiği gizemlerin bu mimari şeklinde bulunmasına çok önem veriyordu. Aynı eser bu konuyu şöyle anlatıyordu:
"Tampliyelerin dinsel önderi St. Bernard, gotik mimarinin erken döneminde, bu stilin yaygınlaşması ve gelişmesinde yapıcı bir rol oynamıştır. 1134 yılında, Chartres Katedrali'nin kuzey kulesinin inşası sırasında St. Bernard gücünün doruklarındadır ve bu harika yapının inşasında, ama özellikle kuzey kulesinin yapımında kullanılan kutsal geometri ilkelerini sürekli olarak eserlerinde vurgulamıştır."
Tüm Chartres Katedrali, büyük bir dikkatle, derin dinsel gizemlerin bir anahtarı olarak, özellikle dizayn edilmiştir. Örnek olarak; mimarlar ve duvarcı ustaları, yapının birçok farklı yerinde, taşlar üzerine karanlık anlamlar taşıyan törensel sözleri kazırken "gematria" (alfabedeki harfler yerine sayıların kullanıldığı eski bir ibrani şifre sistemi) kullanmışlardır. Aynı şekilde, süslemeciler ve heykeltraşlar da, yarattıkları binlerce farklı bezeme ve figürlerde, insan doğası, geçmiş olaylar ve İncil'in anlamı hakkında karmaşık mesajları dikkatlice gizlemişlerdir. Bir diğer örnek, kuzey kapısı üzerinde yeralan bir sahnede, bir öküz arabasına yerleştirilmiş olan Ahit Sandığı'nın bilinmeyen bir yöne doğru taşınması temsil edilmektedir. Silinmiş ve yıpranmış yazıtta "Hic Amicitur Archa Cederis" (Ahit Sandığı burada gizlidir) sözleri bulunmaktadır."
"Tampliyelerin mimari ustalıkları neredeyse doğaüstü bir gelişmişlikte olup, özellikle kavisler ve sivri çatılarla dikkat çekmektedir... Sivri çatılar ve kavisler, aynı zamanda gotik mimari düzeninin ayırt edici özelliği olup, 12. yüzyılda inşa edilen Chartres ve diğer fransız katedrallerinde belirgindir. Bu yapıları, bilimsel anlamda, o dönemin mimari bilgilerinin izin verdiğinden çok daha üstün olarak değerlendiren uzmanlar vardır."29
Hıttin Savaşı
1186 yılında Filistin'deki Latin Kralı Baldwin'in ölümüyle yerine Tapınakçılara olan yakınlığıyla tanınan Lusignan'lı Guy geçmişti. Yeni kralın en büyük yardımcısı ise Fransa kralı Louis'nin arkasından ikinci Haçlı savaşına katılan Antioch (Antakya) prensi Reynald de Chatillon'du. Haçlılar yurtlarına döndükleri zaman, Reynald geride kalmış, Tapınakçılarla sıkı bir dostluk bağı kurmuştu. Aynı zamanda Reynald'ın zalimliği kutsal topraklarda oldukça iyi biliniyordu. 4 Temmuz 1187 tarihinde haçlıların yaptığı en kanlı savaş olan Hıttin Savaşı gerçekleşti. Haçlı donanması 20.000 piyade ve yalnızca 1000 şövalyeden (atlı) oluşuyordu. Bu gücün toplanması ve oluşturulması çevredeki sınırı oluşturan şehirlerin gücünün tükenmesine, bununla birlikte ordusuz ve saldırıya açık şehirlerin oluşmasına neden olmuştu. Savaşın sonu Haçlı ordusu için tam anlamıyla bir hezimet olmuştu. Ordunun büyük kısmı hayatını kaybetmiş, sağ kalanların tamamı esir olarak alınmıştı. Kral da dahil olmak üzere ordunun önde gelenleri de ele geçirilenler arasındaydı. Haçlı orduları Filistin'de bulundukları 100 sene boyunca bölgedeki Müslümanlara çok eziyet etmiş olmalarına rağmen, bu savaşın mağlubu olarak kendilerine hiçbir kötü davranışta bulunulmamıştı.

Özellikle Tapınak şövalyelerinin kendi kaynaklarından elde edilen bilgilere göre, Müslüman ordusunun sultanı Selahaddin hiçbirinin arasında ayrılık gözetmemişti. Tapınak şövalyelerinin Büyük Üstadı ve Reynald de Chatillon hariç. Bu ikili o zamana kadar yaptıkları zalimliklerin karşılığında idam edildiler. Kral Guy ise bir yıl sonra Nablus' ta tutulduğu hapishaneden bırakıldı. Tapınakçılar o döneme kadar Müslümanlara karşı yürütülen Haçlı saldırılarının ve katliamlarının da baş sorumlularındandı. Nitekim bu nedenle, Selahaddin Eyyübi, Hıristiyanların büyük bölümünü bağışlamasına rağmen, Tapınakçılar'ı işledikleri katliamlara bir karşılık olmak üzere idam ettirmişti.
Büyük İslam kumandanı Selahaddin Eyyubi, Haçlı Orduları'nı yendiği Hıttin Savaşı'nın ardından Filistin içindeki ilerlemesine devam etmiş ve ardından Kudüs'ü kurtarmıştı. Kudüs'ü kaybetmelerine ve pek çok kayıp vermelerine rağmen Tapınakçılar varlıklarını sürdürdüler. Filistin'deki Hıristiyan varlığının giderek küçülmesine rağmen, Avrupa'daki güçlerini artırarak başta Fransa olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde "devlet içinde devlet" oldular.
1291 tarihinde Haçlıların son kalesi olan Akka Müslümanlarca ele geçirildi. Kutsal Topraklar'ın tamamen yitirilmesiyle Tapınakçıların göstermelik var olma sebepleri de ortadan kalkmış oluyordu. Artık tüm dikkatlerini Avrupa'ya verebilirlerdi. Ama kısa bir geçiş süresine ihtiyaçları vardı. Bunun için Avrupa hanedanları içindeki dostlarından faydalandılar. Bunların arasında en ünlülerden birisi de Aslan Yürekli lakabıyla tanınan, dönemin İngiltere kralı Richard idi.
"Gerçekten Richard, Tampliyelerle o kadar iyi ilişkiler içindeydi ki, kendisi genellikle bir tür Onursal Tampliye sayılıyordu."30
Dahası Richard, tarikata Kıbrıs adasını satmış, ve ada Tampliyelerin merkezlerinden biri olmuştu.
Bir yandan Avrupa'daki durumlarını sağlamlaştırırken, öte yandan da Filistin'deki durumun kötüye gitmesiyle geçici olarak kullanabilecekleri bir yer arıyorlardı. Bu yer Kıbrıs adası olacaktı.
Tapınakçıların Geçici Üssü Kıbrıs
Tapınakçılar ve Kıbrıs adası arasındaki bağlantıyı anlayabilmek için 3. Haçlı seferini başlatan olayları gözden geçirmek gerekir. 4 Temmuz 1187'de Guy Lusignan yakalanmış ve Kudüs Selahaddin tarafından ele geçirilmişti. Sonra Guy bir daha saldırıda bulunmayacağına yemin ederek serbest bırakıldı.
Kudüs'e tekrar girilme kararı Almanya, Fransa ve İngiltere tarafından verilmiş ve Hıristiyan Dünyası için ilk önce liman şehri olan bir alanın ele geçirilmesi gerektiği düşünülmüştü. Bu alan Akka olacaktı. Bu amaçla Fransa Kralı Philip ve İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard denizden yol almaya başladılar. Richard, donanmasına Kıbrıs'ın alınması emrini verdi.
Richard'ın Kıbrıs'ı ele geçirmesinin ardından Tapınakçıların Üstadı olan Robert de Sable sahneye girdi ve Richard'a adayı kendisinden satın almayı önerdi. Richard adayı 100.000 bezant (Bizans'ın altın para birimi) gibi büyük bir bedele satmayı hemen kabul etti. Tapınakçıların Üstadı De Sable'ın Hıttin kaybından sonra çok hızlı bir şekilde 40.000 bezant gibi bir parayı peşin ödemesi ne kadar büyük bir servetleri olduğunu göstermektedir.
1291' de Akka'nın düşmesi ve Filistin'deki Hıristiyan varlığının tamamen bitmesiyle, Akka'dan ayrılan tapınak şövalyelerinin bir kısmı Kıbrıs adasına yerleşti. Kıbrıs Adası Tapınakçılar için bir merkez haline geldi. Ne var ki, Kıbrıs sadece geçici bir üstü. Tapınakçıların uzun süredir Töton şövalyelerinin Avrupa'nın yukarı kısımlarında sahip olduklarının benzeri bir prenslik istediklerini herkes biliyordu. Onların istediği bu yer ise tam Avrupa'nın ortasında, muhtemelen Fransa toprakları içindeydi.
Tapınakçıların geri kalan bölümü Fransa'daki Üstadları'nın başkanlığında Avrupa'da faaliyet göstermeye devam ettiler. Sınırsız bir serbestliğe sahiptiler. Büyük Üstadları krala yakın haklara sahipti. Sınırlarının en geniş döneminde kuzeyde Danimarka'dan güneyde İtalya'ya kadar her bölgede toprakları vardı. Çok büyük ve savaşçı bir orduları vardı. Bu büyük askeri ve siyasi güç, kuşkusuz Avrupa'daki kralları rahatsız ediyor ve gelecekleri açısından bir tehlike olarak görülüyordu. Dahası ekonomik olarak o kadar güçlüydüler ki; Avrupa'daki hanedanlıklar arasında Tapınakçılara borçlu olmayan yoktu.
"Gerçekte İngiliz tahtı müzmin bir şekilde Tampliyelere borçluydu. Kral John ve 1260-1266 yılları arasındaki askeri seferlerde hazinesi tükenen 3. Henry sürekli olarak Tapınakçılardan borç almıştı."31
"...Fransa'daki Paris binası aynı zamanda hem devletin hem de tarikatın zenginliğini barındıran en önemli kraliyet hazinesiydi ve şövalyelerin haznedarı aynı zamanda kralında haznedarıydı. Fransa krallığının tüm finansmanı böylece Tampliyelerin boyunduruğu altına girmiş ve Tampliyelere bağlıydı..."32
Ahlaki Dejenerasyonun Açığa Çıkması
Hızla artan, yalnızca Tapınakçılar'ın maddi imkanları ve sayıları değildi. Bunlara parelel olarak ihtirasları, açgözlülükleri, kibirleri ve zalimlikleri de arttı. Tapınak Şövalyeleri, Katolik Kilisesi'nin inanç esasları, uygulamaları ve öğretilerinden tamamen uzaklaşmışlardı. Öyle ki haklarında tek bir iyi şey dahi söylenmez oldu. Avrupalılar'ın genel düşüncesi bu doğrultudaydı. Örneğin, halk arasında "Tapınakçı gibi içmek" yaygın olarak kullanılan bir deyimdi. Almanya'da "Tempelhaus" kelimesi, genelev ile eş anlamlı olarak söyleniyordu. Büyüklenen bir kişi için "bir Tapınakçı kadar kibirli" deniyordu.33
16 Haziran 1291 yılında, kutsal topraklardaki Hıristiyan varlığı sona erince, buralarda yerleşmiş olan Tapınakçılar da Avrupa'ya dönmek zorunda kalmış, başta Fransa olmak üzere çeşitli merkezlere yerleşmişlerdi. Asıl görevleri sona ermiş olmasına rağmen siyasi güçlerini korumakla kalmamış servetlerini ve üyelerini arttırmaya devam etmişlerdi.
Ancak bu tarihten itibaren, olaylar Tapınakçıların aleyhine dönmeye başladı; giriştikleri politik oyunlar ve karanlık amaçlar, başta Fransa olmak üzere ilgili krallıkların öfkesine sebep oldu. Halk ise, bu garip tarikatı yakından tanıma fırsatı bulmuş ve Tapınakçıların hiç de zannettikleri gibi samimi dindar şövalyelerden kurulmadığını anlamaya başlamıştı.
Sonunda 1307 yılında, Fransa Kralı Philip ya da diğer ünlü adıyla "Adaletli Philip"34 Tapınakçılar'ın Hıristiyan Avrupa'nın siyasi ve dini yapısını kökünden değiştirmeye çalıştığını fark etti. Ve Papa V. Clement ile birlikte, 1307 yılının Ekim ayında bu sapkın ve kokuşmuş teşkilatı tamamıyla ortadan kaldırmak için harekete geçti.
Tapınakçıların Gerçek Yüzü
Tapınakçılar, misyoner bir Hıristiyan tarikatı görünümünde, cahil halkın gözünü boyayarak büyük ve haksız bir üne kavuşmuşlardır. Halk için onlar, Hıristiyanlığın koruyucusu, fakirlerin yardımcısı, üstün ahlaki değerlere sahip birer aziz ve bir tür destan kahramanıdırlar. Bu sahte imaj o kadar güçlüdür ki, Tapınakçılar, hiç rahatsız edilmeden, Hıristiyanlıkla taban tabana zıt bir hayatı sürdürmeyi başarmışlar, ticaret, yağma, bankerlik gibi faaliyetlerle elde ettikleri fahiş kazançların yanı sıra, yapılan bağışlarla da, servetlerine servet katmışlardır. Bu durumu az çok fark eden kişiler ise, bu güçlü örgüte karşı gelmeye cesaret edememişlerdir. Fransa Kralı IV. Philippe ise doğru yoldan çıkmış Tapınakçıların elde ettikleri maddi gücün ortaya çıkarabileceği tehlikelerden korkmaktadır.
Tapınakçıların gerçek yüzünü ortaya çıkartmanın vakti gelmiştir. 18. yüzyıldan kalma, masonik bir belgede şu yorum yapılmaktadır:
"Birçok savaşçının yorgunluğa, kayıplara ve de felaketlere rağmen inançlarını ispatladığı bu savaş, tapınakçılar için ganimet elde etme ve ün kazanmak için bir fırsat oldu. Birkaç göz alıcı eylemle kendilerini gösterdiyseler de, müttefikleri bile yağmalayarak elde ettikleri ganimetlerle kendilerini zenginleştirmeleriyle, ihtişam ve azamet konusunda saltanat sahibi bir prensle rekabet edecek kadar kibirli olmalarıyla..., son olarak, Dağların Yaşlı Adamı Haşhaşilerin kralı adındaki, korkunç ve kan dökücü kralla işbirliği yapmalarıyla birlikte, amaçları şüphe olmaktan çıktı."
Tapınakçılar, kitleler üzerinde yarattıkları sahte olumlu imaja güvenerek, gizli öğretilerini yaymak ve uygulamak konusunda gitgide daha rahat ve pervasız davranmaya başlamışlar; bu da sapkınlıklarına şahit olan ve dile getiren kişilerin sayısını arttırmıştır.
Tapınakçıların, gizli törenler için kapandıkları özel şatolarda yaşananlar, hem yerel halkın hem üst düzey Kilise yöneticilerinin hem de krallığın merakına sebep olmuştur. Papalık, özel izniyle hareket eden, ancak üzerinde hiçbir kontrol kuramadığı bu grubun, din dışı bir hayat yaşadığından neredeyse emindir.
Tapınakçılar hakkında çok sayıda şikayet ve söylenti yayılmaya başlamıştır. Dindar bir tarikatın büyük bir gizlilik içinde hareket etmesi, yanlış ve yasak bir şey yaptıkları iddiasını güçlendirmiştir. Şövalyelerin açgözlülüğü, vicdansızlığı, servet tutkuları ve hırsları yaygın olarak bilinmektedir. Ayrıca şatolarda düzenlenen gizli törenler, şeytana tapma ayinleri, ahlak dışı ilişkiler halkın diline düşmüştür.
Bütün bu gerçekler, şatolarda hizmet eden ya da şatolara yakın yerlerde yaşayan halkın korkunç gözlemleriyle birleşince Papalık çok zor bir durumda kalmış, ne yapacağını şaşırmıştır. Özellikle 1305 yılında Papa olan ve konuyla birinci dereceden ilgilenen V. Clement, Tapınakçılar yüzünden Hıristiyanlığın, dolayısıyla Vatikan'in uğrayacağı zararı hesap etmekte ve bu olayı en hafif şekilde atlatmanın yollarını aramaktadır. Fransa Kralı ve yerel dini teşkilatlardan gelen baskıları da durdurmak zorundadır. Aynı yıl, Tapınakçıların lideri olan Jacques de Molay, Kıbrıs'ta savaş hazırlıkları içinde olmasına rağmen Fransa'ya geri çağrılmış ve Papa tarafından, bu suçlamaları araştırması için görevlendirilmiştir.
Fransa Kralı için bu kabul edilebilecek bir durum değildir, bu yüzden hemen harekete geçmiş ve bir kanun çıkartarak 13 Ekim 1309 yılında, ülkesindeki bütün Tapınakçıları tutuklatmıştır. Fransa'da Tapınakçıları yargılayan mahkemede, yöneltilen suçlamalar şunlardır:
1. Tarikata giriş töreninde, adaylardan Hz.İsa'yı, Allah'ı ve kutsal şeyleri inkar etmesi istenmektedir.
2. Tarikat üyeleri törenler sırasında Hıristiyanlıkça kutsal sayılan haç, kutsal figürler gibi şeylere tükürmek, idrarını yapmak gibi iğrenç yöntemlere baş vurmuşlardır.
3. Vücudun çeşitli bölgelerine uygulanan ve "The Oscolum Infame" ya da "Utanç Öpücüğü" adı verilen tören uygulanmaktadır.
4.Kutsama töreni yapılmamakta ve buna inanılmamaktadır.
5. Biraderler bir kedi veya kafa figürüne tapınmaktadırlar.
6. Tarikat üyeleri homoseksüelliği teşvik etmekte ve uygulamaktadırlar.
7. Büyük Üstad tarikat üyelerinin günahlarını affetmekte, onları sözde günahtan kurtarmaktadır.
8. Tarikat üyeleri kabul törenlerini ve sapkın uygulamalarını geceleri, gizlice yapmaktadırlar.
9. Tapınakçılar, varlık elde etmek ve zenginliklerini arttırmak için kanun dışı yollara başvurmuş ve Kilise kurallarının dışına çıkmışlardır.
Tapınakçıların Sapkın İnanç ve Uygulamaları
Eldeki belgeler ve yapılan suçlamalar Tapınakçılığın sıradan bir şövalye tarikati olmadığını ortaya koymaktaydı. Bu iddialar birleştirildiğinde ortaya kimsenin beklemediği karanlık bir tablo çıktı. Karşımızda farklı sapkın inançlarıyla, korkunç yöntemleriyle, kurnaz stratejileriyle, geniş çaplı ve ileriye dönük planlarıyla, büyük bir hazırlık içinde olan, o güne kadar eşine rastlanmamış tehlikeli bir örgüt vardı.
Tapınakçıların tapındıkları ve şeytanı sembolize ettiği düşünülen Bafomet isimli put.
Tapınakçıların, Ortadoğu'da bulundukları dönemde çeşitli inançlara bağlı akımlarla, mistik tarikatlarla, gizemciler ve büyücülerle bağlantı kurdukları bilinmektedir. Örneğin Tapınakçılar o dönemde Ortadoğu'da fazlasıyla etkin olan ve Müslümanlar tarafından da sapkın olarak bilinen Haşhaşilerle yakın bağlantı içinde olmuş, onlardan bazı mistik öğretileri, tarikat örgütlenmesini, vahşi yöntemleri öğrenmişlerdir. Ayrıca sonraki bölümlerde de göreceğimiz gibi Yahudi Kabalasına bağlı mistik öğretiler, Bogomillerin etkisi, Satanizm gibi sapkın eğilimler, Tapınakçıların inanç ve yöntemlerine temel oluşturmuştur. Bu çerçevede tarikatın özellikle üst kademesi Hıristiyanlığı terk etmiş, Satanizmi ve Kabala mistisizmini temel alan bir anlayışa yönelmiştir. Tapınakçılara göre Hz. İsa başka bir dünyada hüküm süren ve bu dünyada fazla gücü olmayan bir tanrıdır, bu yüzden onun yerini, maddi dünyanın efendisi olan Şeytan almalıdır.
Tarikata kabul töreni sırasında yeni adayların kurallara göre Allah'ı, Hz. İsa'yı ve azizleri reddetmeleri, Hz. İsa ve kutsal değerler üzerine birçok saygısızlık yapmaları, haça tükürmeleri ve idrarlarını yapmaları, daha eski olan Tapınak şövalyeleri tarafından ağızlarından, göbeklerinden ve kalçalarından, "Oscolum Infame" ya da "Utanç öpücüğü" adı verilen yöntemle öpülmeleri, homoseksüelliğin ve cinsel sapıklıkların serbest bırakılması, büyük üstadın her türlü yetkiye sahip olması, Kabala sembolizmine ve büyü törenlerine baş vurmaları tarikatın, Hıristiyanlıktan çıkarak, bütünüyle sapkın bir tarikata dönüşmüş olduğunun açık delilleriydi. Cinsel sapkınlıklarının yanı sıra tapınakçıların diğer gizli bir yönü daha ortaya çıkmıştır. Sorgudan geçirilen bazı tapınakçılar kendi aralarında yaptıkları törenler sırasında bir tür idole tapındıklarını itiraf etmişler, bunun ne olduğu ilk başta anlaşılmamış olsa da, sorgulamalar devam ettikçe tapınak şövalyelerinin açık açık şeytana taptıkları ortaya çıkmıştır. Tapınakçıların taptıkları put, daha sonra Şeytan Kilisesi'nin de sembolü olacak olan Baphomet adlı keçi başlı şeytanın sembolik figürüdür. Peter Underwood tarafından yazılan "Ökült ve Doğaüstü" sözlüğünde Baphomet terimi şu şekilde açıklanmaktadır:
Tapınak Şövalyeleri hakkındaki tutuklama kararını veren Fransa Kralı Philippe.
"Baphomet, tapınak şövalyelerinin tapındığı tanrıydı ve kara büyüde kötülüklerin kaynağı ve yaratıcısıydı; Sabbath cadılarının satanik keçisiydi..."
Tapınakçıların hemen hepsi, sorgu sırasında Baphomet'ten bahsetmiş ve ona taptıklarını itiraf etmişlerdir. Bu putu, uzun bir sakal ve parlak gözlere sahip korkutucu bir insan başı olarak tarif etmişler, bunun yanı sıra kedi ve kurukafa putlarından da bahsetmişlerdir. Ortak görüş ise bu putların genel olarak şeytan ve şeytana tapınmayı temsil ettiği yönündedir. Tapınak şövalyelerinin taptıkları Baphomet isimli şeytan, o tarihten bugüne kadar şeytana tapmanın sembolü haline gelmiştir. Günümüze Baphomet ile ilgili en ayrıntılı bilgi ise 19. yüzyılın önemli okülist ve kabbalistlerinden olan Eliphas Levi' den gelmiştir. Levi, Baphomet ile ilgili yaptığı çizim ve tasvirlerde onu genelde iki suratlı, insan vücudunun üstünde bir keçi kafasıyla ve kanatlarla göstermiştir. Baphomet'in insan vücudunun üst kısmı bir kadına, altı ise bir erkeğe aittir.
Bütün bu itiraflar ve ortaya çıkan gerçekler sonucunda Tapınakçıların çoğu hapse mahkum edilmiş, Tapınakçıların gerçek yüzü de daha açık bir şekilde ortaya çıkmaya başlamıştır. Mahkemeye yapılan itiraflarda tarikat üyelerinin Hz. İsa'ya inanmayıp onu 'sahte peygamber' olarak gördükleri, örgüte giriş töreni sırasında ve daha sonraki aşamalarda homoseksüel uygulamalar yaptıkları, belirli bir puta taptıkları, satanizm yöntemlerini uyguladıkları kayıtlara geçmiştir. Tapınakçıların homoseksüel ilişkileri hakkında çok şey söylenmiş, tarikatın armasında, bir atın üzerinde oturmuş iki savaşçı resminin de bunun göstergesi olduğu belirtilmiştir. Umberto Eco, Foucault Sarkacı adlı romanında, tarikatın bu yönünü vurgulamıştır.
Bu ciddi itiraflar sonucunda Papa 72 Tapınakçıyı kendi huzurunda yeniden sorgulamıştır. Bu sorguda doğruyu söylemek için yemin eden Tapınakçılar, önceki itiraflarının doğru olduğunu tasdik etmişlerdir. Yani Tapınakçılar Hz. İsa'yı reddettiklerini, tarikata kabul edilirken haça tükürdüklerini, ve diğer Kilise kayıtlarındaki ifadeye göre 'korkunç ve iğrenç' şeyleri yaptıklarını itiraf edip onaylamışlardır. Daha sonra da diz çöküp, ağlayarak af dilemişlerdir.
Tapınakçıların itirafları arasında, sapkın cinsel ilişkiler de yer alıyordu: Şövalyeler arasında eşcinsellik yaygınlaşmıştı. Tapınakçıların üstteki resmi mühürünün bu sapkınlığı sembolize ettiği söylenir.
Sorgular sonucunda ortaya çıkan gerçekler, bu sapkın tarikatın yasaklanmasına ve büyük üstad Jacques de Molay'ın 1314'de haç üzerinde yakılarak idam edilmesine yol açmış, farklı ülkelere kaçmayı başarmış olan Tapınakçılar dahi takibata uğramışlardır. Fransa dışında, İtalya, Almanya, İngiltere gibi ülkelerde de Tapınakçılar sorgulanmış, bazı ülkeler ise çeşitli sebeplerle onları korumaktan vazgeçmemişlerdir. Özellikle İngiltere'de kral II. Edward 10 Kasım 1307de Papa'ya yazdığı mektupla, Tapınakçıları korumuş ve onlara karşı bir şey yapmayacağını belirtmiştir. Ancak iki yıl sonra, V. Clement'in yaptığı sorgu ve papalık beyannamesinde geçen ifadeler sonucunda Tapınakçıları yargılamayı kabul etmiştir. Papalık tarafından yayınlanan belgeye göre Tapınakçılar 'bilinen sapkınlığa ait söylenemeyecek günahlar ve nefret uyandırıcı suçlar' işlemişlerdir ve bu durum, herkes tarafından bilinmektedir.
Sonuçta, 1312'de toplanan Viyana Konsülü'nün kararıyla Tapınakçılık tüm Avrupa'da yasaklanmış, yakalanan üyeleri cezalandırılmıştır. Papa V. Clement'in 22 Mart 1312'de yayınladığı ve tarihe "Vox in excelso" adıyla geçen fermanıyla tarikat dağıtılmış ve -kağıt üzerinde- resmi olarak tarihten silindiği kabul edilmiştir:
"... Dinle! Hiddetlenmeye zorlanmış peygamber: Şehrin halkından bir ses! Tapınaktaki bir ses! Değersizlikleri kötülüklerinden dolayı görülmektedir. Onları evinden dışarı at, köklerinin kurumasına izin ver, onların meyva vermelerine izin verme ve bu evin, acının tökezleyen sütunları olmasına, ya da can yakan bir diken olmasına izin verme.
Yakın geçmişte, başpiskopos seçimleri zamanında, Lyon'daki taç giydirme töreninden önce ve sonra Tapınak şövalyelerinin öğretmenleri, yönetimi ve kardeşleri tarafından gizli tehditler aldık.
Roman kilisesi bu adamları onurlandırdı, Tapınak Şövalyelerini Hıristiyanların düşmanlarına karşı silahlandırdı ve onları özel bir şekilde destekledi. Bunlara en yüksek düzeyde vergiler verildi. Ancak Hıristiyanların düşmanlarına karşı oldukları zannedilen bu grubun karşısında aslında Hz İsa bulunmaktadır. İnançlarını değiştiren bu kafirler (Tapınak şövalyeleri) günahın içine düşmüştü, çok kötü bir alışkanlıkları olan putperestlikleri, ölümcül sonuçlara yol açan homoseksüellikleri ve diğerleri..."
Tapınakçılar Yeraltında
Tapınakçıları ortadan kaldırmak o kadar kolay değildi. Büyük Üstad De Molay ve bir kısım şövalye ortadan kaldırılmış olsa bile, bütün Avrupa'yı ve Ortadoğu'yu sarmış olan Tapınakçılar gizli de olsa varlıklarını devam ettirmişlerdir. Sadece Fransa'da şövalyelere ait 9000 temsilcilik ve çeşitli ülkelere yayılmış binlerce şato ve Tapınakçı merkezi vardır. Bu merkezler, hem Tapınakçıların organize oldukları, tören yaptıkları evler hem de o dönemin para trafiğini kontrol ettikleri yerler haline gelmişlerdir. Dönemin kaynaklarına göre Fransa'da yaklaşık 2000 şövalyeden sadece 620 tanesi engizisyon tarafından cezalandırılmıştır. Tahminlere göre, o dönemde en az 20 bin şövalye ve şövalye başına 7-8 kişilik kadro faaliyet halindedir. Yaklaşık 8 kişilik olan bu kadrolar, denizcilikten, ticarete kadar, tarikat mensuplarının her türlü işlerini organize etmekteydiler. Yani basit bir hesap yapıldığında, Tapınakçılar takibata uğradıkları dönemde en az 160 bin kişilik bir güce sahiptirler. Bir ağ gibi bütün Avrupa'yı ve Akdeniz kıyılarını ören bu kadro, aynı zamanda dönemin en büyük lojistik gücünü de meydana getirmekteydi. Bütün bu merkezlere dağılmış mal varlığını ele geçirmek, ne Fransa Kralı ne de Papa için mümkün olmamıştır. Krallarla yarışan bu mal varlığı, Tapınakçılara her türlü korumayı ve güvenceyi sağlamaya yetmiştir. Yani Kilise'nin resmen ortadan kalktığını öne sürdüğü tarikatçılar, bütün Avrupa'da, özellikle de İngiltere gibi Kuzey ülkelerinde yeraltında faaliyetlerine devam etmiştir:
"Kutsal Toprakların kaybını izleyen yıllarda, Tapınakçılar, kendi devletlerini kurma konusunda gittikçe artan bir arzu göstermişlerdir. Bu, ne Yeni Dünya'da (Amerika) bir Eldorado (Altın Ükesi), ne de karanlık Afrika'da, Prester John benzeri gizli bir krallıktır. Nitekim Tapınakçılar kesinlikle Avrupa'da olup biten her şeyin merkezinde oldular, ve dahası bugünkü bildiğimiz şekliyle Batı Dünyası'nın oluşumunda kısmen aracı oldular. Tapınakçıların devleti İsviçre idi, halen de öyledir."35
Tapınakçılar, dünya görüşü ve yaşam felsefesi bakımından Yahudi mistik öğretisi olan Kabala'dan etkilenmişlerdir. Üstte, Ortaçağ'a ait bir Kabala metni.
16. yüzyıldan kalma Kabalistik bir yazma.
Üstteki kaynakta da belirtildiği gibi, Fransa'dan kaçan Tapınak şövalyelerinin yeniden yapılanmak ve faaliyetlerini güvenli bir şekilde devam ettirebilmek için seçtiği yerlerden biri bugün İsviçre olarak bilinen bölgedir. İsviçre'nin geleneksel yapısının oluşmasındaki Tapınakçı etkisi bugün bile kolaylıkla görülebilmektedir. Kendisi de mason olan ve Tapınak şövalyeleri konusunda uzman olan The Warriors And The Bankers (Savaşçılar ve Bankacılar) kitabının yazarı Alan Butler, 1999 yılında yaptığı bir şöyleşide bu konuyu şöyle delillendirmektedir:
"Bu konunun önemli birkaç nedeni var, örneğin;
1. İsviçre'nin kuruluşu Tapınakçıların Fransa'da zulme uğratıldığı ana denk geliyordu.
2. İsviçre, Fransa'nın sadece doğusunda olduğundan, Tapınakçı kardeşlerin tüm bölgeden topluca kaçması daha kolaydı.
3. İlk İsviçre kantonları tarihinde bazı dedikodular vardı bunlar da beyaz giysili şövalyelerin gizlice ortaya çıktıkları ve yerli halkın yabancıların egemenliğine karşı özgürlüklerini kazanmalarına yardım ettikleri idi.
4. Tapınakçılar bankacılıkta, tarımda ve mühendislikte gelişmişlerdi. Bu benzer bakış açısı düşmanlarında da görülüyordu ve bu bölgelerin birbirinden ayrılmasının, nihayet İsviçre'ye geçilmesinin ilk basamağıydı.
5. Ünlü tapınak haçı, çoğu İsviçre kantonunun bayrağında bulunuyor ve tapınak şövalyeleri için önemli olan diğer amblemlerde, anahtarlar ve lambalar gibi..."
Kaçak Tapınakçıların önemli bir bölümü de, 14. yüzyıl Avrupası'nda Katolik Kilisesi'nin otoritesini tanımayan yegane Krallığa, yani İskoçya'ya sığındılar. İskoç KralI Robert Bruce'un himayesi altında yeniden örgütlendiler. Bir süre sonra da, varlıklarını sürdürmek için iyi bir kamuflaj yöntemi buldular: Ortaçağ'da Britanya Adası'ndaki en önemli "sivil toplum örgütü" olan duvarcı loncalarına sızdılar ve bir süre sonra da bu loncaları tamamen ele geçirdiler. Birer mesleki örgüt olan loncalar böylece felsefi ve siyasi bir amaç kazandı ve mason localarına dönüştü. (Masonların "operatif masonluktan spekülatif masonluğa geçiş" dedikleri süreç de budur.)
Fransa'daki takibattan kurtulan yaklaşık 30-40 bin kadar Tapınakçının yeraltında devam eden faaliyetleri masonik bir kaynakta şu şekilde anlatılmaktadır:
"Bazı Tampliye şövalyeleri mason kılığına girer ve masonların arasına karışarak hayatlarını kurtarır. Bazıları, ülke dışına kaçabilmek için masonlara verdikleri Laissez Passer'leri kullanır. Bir kısım Tampliye, İspanya'ya geçerek, Caltrava, Alcantara, Saint Jacques de I'Epee tarikatlarına katılır, diğer bir kısmı da, Portekiz'e geçip Ordre du Christ örgütüne dönüşür. Başka bir grup Roma-Germen İmparatorluğuna geçip Toton şövalyelerine katılır. Oldukça büyük bir grup Hospitaliyeler'e iltihak eder. İngiltere'deki Tampliye'ler bu olay sırasında önce tutuklanarak sorguya çekilir. Ancak hemen serbest bırakılır. Hattâ bazı ülkelerde haklarında hiçbir işlem yapılmaz.
Tampliye'ler, 1804 yılına kadar, yani Bernard-Raymond Fabre Palabrat de Spolete bu tarikatın yeniden Büyük Üstadı oluncaya kadar, tarih sahnesinden çekilmiş görünür. Bu kişinin 1814'de yaptığı tesadüfi keşif çok ilginçtir. Spolete, 1814 yılında Paris'te Seine nehri kıyısındaki sahafların tezgâhlarında bir elyazmasına rastlar. Grekçe elyazmasında Yuhanna İncili'nin bir tefsiri yer almaktadır. İncil'in son iki kısmı yoktur. Onun yerine üçgenlerle ayrılmış bazı açıklamalar bulunmaktadır. Bu kısımları dikkatle tetkik ettiğinde, bunun Tampliye'lerin 5. Büyük Üstadı Bertrand de Blanchefort (1154)'den başlamak üzere 22. Büyük Üstadı Jacques de Molay'a ve devamla 23.Büyük Üstâd Larmenius de Jerusalem (1314)'den Claude-Mathieu Radix de Chevillon (1792)'a kadar uzanan bütün Tampliye Büyük Üstâdlarını kapsayan bir liste olduğunu anlar. Bu belgeden, Jacques de Molay'ın Büyük Üstâdlık görevini Larmenius de Jerusalem'e vasiyet ettiği varsayılır. Bu da Tampliyeler'in hiçbir zaman ortadan kalkmamış olduğunun kanıtı sayılır. Nitekim, günümüzdeki Tampliyeler aynı zamanda birer Hürmason'dur."
Umberto Eco'nun kitabında aktarılan bir bilgi de bu açıdan ilginçtir:
"Beaujeu'den sonra, tarikat, varlığını bir an bile ara vermeksizin sürdürdü. Aumont'dan günümüze dek, tarikatın kesintisiz bir dizi Büyük Üstadı'nı biliyoruz. Bugün tarikatı yöneten, ünün yüce görevlerini yürüten gerçek Büyük Üstadın ve gerçek Üstlerin adları ve oturdukları yer bir giz, yalnızca gerçek aydınlanmışlarca bilinen erişilmez bir giz olarak kalmışsa, bunun nedeni, tarikatın saatinin henüz gelmemesi, vaktin henüz dolmamasıdır..."
Konuyla ilgili çoğu kaynak tarafından, Büyük Üstad Jacques de Molay'ın ölümüyle birlikte, hayatta kalan Tapınakçılar tarafından bir komplo tasarlandığı öne sürülür. Buna göre, Tapınakçılar'ın amacı, kendilerini yasaklayıp Üstad'larını öldüren Papalığın ve bazı Avrupa krallıklarının yıkılmasıdır. Bu amacın nesiller boyunca aktarıldığını ve Tapınakçılık'ın devamı olan İllüminati ve masonluk gibi örgütlerce sürdürüldüğü söylenir. Masonluğun etkisiyle gelişen ve Fransız tahtının yokolmasını sağlayan Fransız Devrimi de bunun bir sonucu olarak yorumlanır...
Hatta, yaygın bir söylentiye göre, Fransız Devrimi sırasında Kral XVI. Louis'nin giyotinle kafasının kesildiği gün, bilinmeyen biri sekiye çıkar ve 'Jacques de Molay, öcün alındı!' diye bağırır.
İlerleyen bölümlerde bu konuyu daha detaylı olarak inceleyeceğiz.

Kategoriler

"Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir... Türk milleti milli birlik ve beraberlik içerisinde güçlükleri yenmesini bilmiştir… Türk milletinin tarihi bir niteliği de güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır..."
Mustafa Kemal ATATÜRK